17 Ocak 2010 Pazar

konsere rağmen yağmur yağdı


Bir yerde şaşırmamaya başlarsan orda kendini terk ettin demektir. Ve ilk unuttuğun da o yer olur.

Tırnaklarındaki et parçalarını temizlerken akşam yemeğinde ne yiyeceğini düşünen insanlar var. Artık hiçbir şeyi tasnif etmiyorlar. Sıraladıkları sadece DVD'leri. Hatta artık onlar bile yok. Nasılsa her şey internette var. Sınırsızca indir, sınırsızca küçül, sınırsızca dur orda. Dosyaları sıralamana da gerek yok. Nasılsa izlemeyeceksin. Her şeyi öğrendin ve her şeyi mahvettin. Tüm trenler kaçtı.

Rakamlar üstüne üstüne geliyor. Yaşın şu, buna bilmemkaç sene var, saat bilmemkaçta bilmem nerede olacaksın, oha 110 kilo olmuşsun. Çok fazla sayı. Ve çok fazla ihtimal var. Rakamlar senin de üzerine geliyor. Neyse ki "0"'ı da buldular. Artık kocaman bir "sıfır" olabilirsin. Bütün sayılarla çarpılabilirsin. Her şeyi daha kolay mahvedebilirsin.

Bitki yetiştirme kursuna yazdıracağım seni. Günlerce bir yaprağın başında bekleyeceksin. Işık hakkında nem hakkında düşüneceksin uzun uzun. Sonra o yaprak sen, sen o yaprak olacak. Küseceksin ve bir daha çiçek açmayacaksın.

"Kötüyüm" demek için yeterince kötü hissetmedin. Yeterince kötü hissedeceksin. Bir tren daha kaçmayacak korkma. Derdim sen değil saatler.

Günler günleri kovaladı. Hiçbir şey değişmedi. Hiç "keşke" diyecek bir şeyi pas geçmedin. Öyle olsa hatırlar mıydın?

Yine de bu yol seni ne güzel yerlere götürecek di mi? Uzun bir yol ama düz. Nefes alamıyorsun ama güneş parlıyor. Hiç insan yok ama karıncalar çok çalışkan. Kuşlar çok gürültücü ama nasıl olsa sağırsın.

Pert olmuşsun ama biraz fesleğen katarız sana. Yanına da bir kadeh şarap. İdare ederiz yani seni. Kimleri idare etmedik üzülme.

Aşık Veysel sazını çalsa da, benim burnumda bir direk daha sarsılsa da, omurilik sıvımı paketleyip et suyu diye satsalar da, galatasaray bir on yıl daha kadıköyde feneri yenemese de, artık bankalar da dahil hiç kimseden mektup alamasam da ve hatta ben aslında komadaysam, tüm bunlar da kabus, benim bir inadım var. Yani benim bir nedenim var. Yeterince Şebnem Ferah dinledim anlıyor musun?

Şimdi biraz daha hazır gibisin. Belki ütüyle tost yapabilirsin artık. Kim bilir?

Bilmediğim bir dilde konuşmana rağmen seni anlıyorum. Sade değil basit olduğundan. Sen beni anla diye de zaman zaman basitleşiyorum. Paryaların da bir şansa ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.

Şu soruyu herkes bir kere sormalı? Seçimlerimiz bizi biz yapıyor, bizi kim seçiyor?

Ben seni seçtim. O kadar çok kere seçtim ki. Kaçınıza kısmet olur bu yazıyı okumak bilemedim. Yine de şansımı denedim.

24 Kasım 2009 Salı

Les Climats


Bir insanın kendine edeceği başat kötülüklerden biri fransız filmlerini bilhassa Nuri Bilge Ceylan yapımlarını sevmek.

Nuri Bey'in sinemasının tek güzel yanı film devam ederken mutfaktan bir şeyler almaya gidebilmek ve hatta bulaşığı yıkayıp dönebilmek. Nuri hiçbir şey kaçırmadığınızın garantisini veriyor.

Bu kısa ama derin yönetmen eleştirisinden sonra gelelim "iklimler"'e.

Efenim iklim dediğin bir nedir? Gelir geçer ve yine gelir bir merettir.

İnsan ilişkilerindeki bu sebepli-sebepsiz, gel-git'ler ile ilgili güzel bir anlatı bu film.

"Issız adam"da anlatılmak istenen ama retro-porno arasında sıkışıp eriyen mevzu da buna benzerdi sanırım.

Bu filmde kararında bir ruh daralması ve istikrarlı bir umutsuzluğu yakalamak çok mümkün.

Hazır konu açılmışken insan ilişkileri, bilhassa kadın-erkek ilişkisi hakkında biraz daha atma fırsatını kaçırmayacağım elbet.

Filmin başında kadını anlaşılmaz, histerik ve itici bulduk/bulacağız değil mi? Çünkü kadınlar hep böyle anlaşılmaz, detaycı, hasta ruhlardır. Neyseki bunun böyle olmadığını, aslında çou zaman erkeklerin kadınları delirttiğini anlatan filmler mevcut. Bu film böyle bir film demiyorum. Bu film sorular soran, yanıtlar vermeyen felsefi filmlerden biri. Ama kadın da erkek de zor. İnsan zor belli ki?

Film ilerledikçe anlıyoruz ki asıl arıza ne istediğini bilmeyen, belki de aslında hiçbir şey istemeyen çünkü evet ne istediğini bilmeyen İsa.

Filmle ilgi en güzel sahne bence Bahar'ın sahilde uykuya daldığı ve İsa'nın onu önce öptüğünü, sonra kumlara gömdüğünü sonra da kumları kafasına döküp boğmaya çalıştığını gördüğü sahne idi. Bu bir insanı sevmek ama ona güvenmemekle yaşanan korku ve ruh daralmasını çok güçlü ifade eden bir resimdi.

Daha pek çok resim arda arda geldi. İsa'nın detaylardaki şeytanlıkları, Bahar'ın sürekli saklamaya çalıştığı zayıflıkları.

Her ikisi de birer çocuk olan iki yetişkinin oyun oynarken birbirlerinin gözünü çıkarma noktasına gelişleri.

Dediğim gibi film cevap vermiyor, ama sorduğu sorular da yeni değil. Yine de mutfağa giderken 'pause'a tıklamamak elde değil.

Teşekkürler Nuri Bilge Ceylan. Memleketi ve onun insanını en güzel fotoğraflayan insan.

5 Ekim 2009 Pazartesi

Mutsuz

Diego Velázquez, Ezop

Öyle mutsuzdu ki, o gün sanki ölümünün birinci yıldönümüydü ve buna sevinemeyecek kadar yorgundu.

Kusmak istediği ama kusamadığı her şeyi yuttu. Yuttu. Ta ki göz çukurları, avurtları ya da ayaları arasında fark kalmayana kadar. Bedensiz ve soluksuz. Küçücük kaldı.

Küçük, korumasız ve korkak biri olarak kapıdan çıktı. Yine de kapıyı kapattı.

Esnaf tozlar kalkmasın diye dükkanların önünü suluyordu. Yaz güneşi istenmediğinde tam bir baş ağrısı.

Bir kedi kaldırımda, fütursuzca uzanmış, ara ara geriniyor. Bir kedi kendi dünyasını çoktan kurmuş, hayatı umursamıyor. Kedinin yanına uzandı. Aynı gökyüzüne aynı açıdan baktı. Hala küçük ve korkaktı. Kediyle vedalaştı.

Her zaman kullandığı ara sokaklara daldı. Ara sokaklardaki metruk binalar onu bekler gibiydi. Onlar tam da onun yuvasıydı. Oysa gitmesi gereken bir yer vardı. Asfalta yapışıp, karışmak istedi.

Bir kapı, bir başka kapı daha, uzun ve kısa koridorlar hepsinden tek tek geçti. Bütün bu yolculuk ne içindi?

Yoruldu, daha da yoruldu, çok yoruldu. Soylu bir uğraşı olsun istedi bir an. Sonra yine yoruldu.

O mutsuzdu.