21 Mart 2009 Cumartesi

Ölüm

Geceyarısını geçeli dört saat olmuş. Yollar çılgın gibi koşarak şarkı söyleyebilmemiz için bomboş. Her zamanki gibi taksiciye nereye gideceğimi söylemeyi unutmuşum. Taksici yine de gidiyor. Bir anda polis ışıldaklarını görüyoruz ve müzikli maraton bitiyor...yarışmacılardan biri yere düşmüş. Artık o diskalifiye. Sanki kimse doğumuna sevinmemiş gibi. Sanki hiç sevilmemiş, hiç özlenmemiş gibi, uyuyor gibi uzanmış kendi kan gölünün ortasında. O an gittiğinden habersiz gitmesini beklemeyenlerden değilim. Onun gittiğini gören ve anlayamayanlardanım. Taksici "Nereye gidecektiniz?" diye soruyor nihayet. Gittiğimiz yönle alakasız bir yer söylüyorum. "Keşke burdan gitmeseydik" diyor. "Keşke daha önce söyleseydiniz de görmeseydiniz bunu". Görmemem gereken "ölüm".

Ölüm geldiğinde ajandamızı kontrol etmiyor.

Ölüm gittiğinde bize bir şey bırakmıyor. Ne söz hakkı, ne de isyan.

O yüzden yaşamayı da ölmeyi de sıradanlaştırıyoruz. Delirmemek için bunu yaptığımızı kendimize bile söylemiyoruz.

Bazen kulağımıza bir şeyler fsıldanıyor. Raporlu ya da raporsuz deliler olsak da herkesin bir kulak misafiri var bence.

Söylenenleri dinlememizde sakınca yok. Sıkıntı cevap vermeye başladığımız anda başlıyor.

Ben yine de cevap veriyorum. Bu yanlıştı ya da doğruydu diyorum. Yanlışlar ve doğrular tek bir cevap bile etmese de.

Ölüm bazen serinkanlı bir atmaca gibi karşılanıyor, bazen masum bir civciv gibi.

Bazen hoş geliyor, bazen patavatsızca.

Yalnız insanlar daha güzel ölüyor.

Hakkını veriyor ölümün.

Neden öldüğümüzü bu insanlara bakarak anlayabiliyoruz.

O yüzden eğer geceyarısını dört saat geçerken karşıdan karşıya geçemezseniz yalnız olduğunuzdan emin olun. Birileri görmemesi gereken "ölüm"ü gördüğünde her şey için çok geç olabilir.