26 Haziran 2007 Salı

satıyoruuum sat tım



Kadın kız piyasası her daim hareketliydi. Büyükbaş hayvanlar, altınlar, paralar hep el değiştirdi zamanında. Dedik cahillik dedik kendini bilmezlik. Lakin şimdi bakıyoruz da bu işte çok para var hacım. Bildiğin gibi değil.

En son duyduk ki yukarıda resmini görmüş olduğunuz vücudu ve de endamıyla pekçene meşhur Adriana Lima ablamız Liechtenstein prensiyle özel bir anlaşma ile evlenecekmiş. Boşanınca adamın servetinden pay kapamayacak lakin evli kaldığı her ay için 1 melyon dolar parayı cukkalayacakmış. Umarız evlendiği ayın son gününe denk gelecek şekilde boşanmazlar. Zira biliyorsunuz kendisi koyu katolik ve evet veeee bakireee. Oleeeey. Britney bedavaya gittiydi yazık. Ha bir de saat ücretle çalışıyor olabilir ama bir daha aynı fiyata gider mi bilemiyorum.

Zaten bir geceliği 1 milyon dolar olan ahlaksız teklifli filmin Demi Moore'u yıllar önce bu yüksek fiyat olayının önünü açmıştı sanırsam. Misal Catherine Zeta Jones da eşi kendini aldatırsa zilyon dolarlık tazminat alcekmiş. Gerçi kendi aldattı diyorlar ama neyse.

Bizim dizilerde de çıta epey yüksek. Geceliği 250bin dolardan peçe açması 1 milyon dolara kadar değişiyor fiyatlar.

Ulen bizim yüzümüzün nesi var? Ne yani çocuk yaştan babamız suratımızı paketlemediyse yüz görümlüğümüz olmayacak mı? Değişik açılardan göstercem ben belki, ışık oynatçam yüzümde. Ayrıca o kızın köyünde niye çıkmaz bi adam da, açıp kızın yüzünü "eheheh gördüm kiii gördüm kiii" demez.

Velhasıl anacım sözüm erkeklere. Başlık parası yine in. Hadi gari pamuk eller cebe.

16 Haziran 2007 Cumartesi

ideal sevgililer




Herkesin ideali bir değişik derler. Misal kimisi sevilmeyi ister, kimisi sevmeyi tercih edermiş. İdeali her ikisinin de olması aslında. Demek ki ideal diye bir şey var. Bu muhteşem bilimsel ispatımın ardındandan gelelim diğer idealliklere.

İdeal sevgili özel veya önemli bir gün olmadığı halde onu mutlu etmek, şaşırtmak için sevgilisine akordiyon hediye eden erkektir.

İdeal sevgili, sevgilisine "ben akordiyonu değil piyanoyu tercih ederdim" diyecek kadar aralarındaki iletişime güvenen, arzusunu dile getirmenin şımarıklık olarak değerlendirilmeyeceğini bilen kadındır.

İdeal sevgili, sevgilisini hayal kırıklığına uğratmayan ve "tamam o zaman hangi piyano?" diyen erkektir.

İdeal sevgili, aklındaki piyanonun nerden alınacağını sevgilisine söyledikten sonra mutluluğunu ona mantı açarak göstermeye çalışan kadındır.

İdeal sevgili, mantıyı yedikten sonra teşekkür eden ve "seni şimdi ve binlerce kez öperdim ama sarımsak kokuyor ağzım" diyen düşünceli erkektir.

İdeal sevgili, "sarımsağı da seni de çok seviyorum" diyendir. Ve hemen eve gelen piyanonun başına geçip sevgilisine şarkı besteleyen kadındır.

İdeal sevgili, piyano sesinden rahatsız olup kapıya dayanan komşulara "sizin için üzgünüm, umarım bir gün aşk sizin de kapınızı çalar" diyen erkektir.

Buradaki kadın ve erkeğin yerine gay olsanız da kendinizi koyabiliyorsanız, "akordion mu? ne alaka?" demiyorsanız, sizler de ideal sevgili olabilirsiniz. Böyle olun ki sabah akşam kavga edip komşularınızı delirtmeyin. Son derece asabi komşularınız var. Bir gün kapınızı çalabilirler. Kapıyı açtığınızda ağızlarının payını vermek istiyorsanız, lütfen bi rahat durun. Bi birbirinizi sevin.Ve hayır. Şıpsevdi sakızlarının ambalajındaki yazıları ben yazmıyorum.

11 Haziran 2007 Pazartesi

Orada olduğuma eminim



94 yazı benim için tam bir cennet havasında geçmişti. Her şey hep istediğim gibi yolunda gitmişti. Daha önce hiç olmadığım kadar umarsızdım ve muhteşem mavilikte denizin, çılgın barların tadını sonuna kadar çıkarmıştım.Bu umarsızlık üniversite son sınıfın da gelip geçmiş olması ve eğitim denen işkencenin neredeyse bitmiş olmasından kaynaklanmaktaydı. Neredeyse bitmişti çünkü bir sürü dersten bütünlemeye kalmıştım.

Bütünleme tarihlerinin olduğu listeye ulaşmak bile bir işkence gibiydi. Okula gidecek, tarihleri öğrenecek, eksik notları fotokopiciden toplayacak eve dönecektim. Bu kadar güzel bir tatilden sonra başa gelen en kötü şey bu olsa gerek diye düşünüyordum.

Hava o kadar güzeldi ki önce sultanahmet’te her zaman gittiğim köftecide normalde sevmediğim piyazı bile lüplettim, sonra nargilecide bir süre takıldım. Sigaram, türk kahvem, elmalı nargilemle epey güzel vakit geçirdim . Kapalıçarşı’da gezinip sahaflara dahi uğradım. Hatta bin yıl geçse okumayacağım kitapların önsözlerini, arka kapak yazılarını bir bir inceledim. Ayağım bir türlü aslında gitmem gereken yere gitmek istemiyordu. Oyalanmak için daha ne yapabilirdim bilemiyorum. En son kendimi üniversitenin spor salonunda buldum. Kapısı açıktı belki kafesi de açıktır, iki kahve içer giderim mazeretiyle dalıvermiştim içeri.

Hemen girişteki konferans salonundan epey bir gürültü geliyordu, ama alışılagelmiş mikrofonla bir şeyler anlatma ya da alkışlama sesleri gibi değil de başka türlü sesler. Doğal olarak seslere doğru yöneldim ve evet beklenen sürpriz belirdi. Konferans salonunu kapalı havuz yapmışlardı ve beş altı genç deliler gibi eğleniyordu. Aralarından en güleç olan, uzun boylu, kahverengi dalgalı saçlı, saçlarını tepesine toplayarak şirin gülümsemesini iyice ortaya çıkarmış olan kız bana seslendi. “hey ne duruyorsun orda? Gelsene”. “Mayom yok” dedim. Yani olsa derhal koşarak atlayacağım havuza. Belli ki listeden bir adım daha kaçmak için muhteşem bir fırsat sunulmuş, kaçırmak istemiyorum. Kız tam da böyle söyleyeceğimi tahmin ettiği için olsa gerek taramalı tüfek gibi lafları sıralayıp “soyunma odasındaki mavi adidas çanta benimki, içinde bi sürü mayo var al bi tane” dedi. Açıkçası hiç nazlanmadım. Bir koşuda hedefi buldum, mayolardan birini seçtim ve evet nihayet havuzdaydım.

Kafamda bir sürü soru vardı, bu havuzu hangi ara yaptılar, niye buraya yaptılar, niye bu kadar derin?. Ama yine de tadı damağımda kalan tatilin bir uzatması gibiydi. Ortam neşeliydi. Bana mayosunu veren şirin kız “hangi bölümdensin?” dedi. Ben de “umarım yakında hiçbir bölümden olmayacağım, son sınıftayım, bütünleme tarihlerinin listesini almaya geldim” dedim. Kız “önce finalleri bir açıklasınlar istersen” deyip güldü, diğerleri o kadar gülmedi. Açıkçası o an kızın biraz deli olduğunu ve arkadaşları tarafından idare edildiğini düşünmeye başlayacaktım ama biraz sonra kendimden şüphe edeceğimi bilemezdim tabi.

Epey yorulmuştum, havuzun köşesine gidip kollarımı iki yana açarak kafamı da havuzun köşesine koyarak biraz dinlenmeye çalıştığım sırada sarı kıvırcık saçlı, yeşil gözlü kız yanıma geldi. Ortam çok neşeliydi ama bu kızın gözlerinde garip bir ifade vardı hep. Bana “kızkardeşimi sen de sevdin di mi” dedi. Ben de “evet çok tatlı bir insan” dedim. Tabi aklımda yeni bir senaryo belirdi. Bu kız onun ablası, kız deli. Kızı sosyalleşsin diye okuluna getiriyor, arkadaşlarıyla tanıştırıyor falan filan. Lakin hiç beklemediğim bir şey söyledi. “herkes onu çok severdi”. Konuşma bu noktadan sonra akıl hastanesi bahçesinde geçer gibiydi. “artık sevmiyorlar mı?” dedim. “hayır hala seviyoruz tabi” ama yanındayken farklı, şimdi farklı. “yurtdışına mı gidiyor?” dedim. Artık daha kaç senaryo yazmam gerekiyordu bilemiyorum, bir an önce ne demeye çalıştığını anlamak istiyordum. “hayır o öldü”. Bu sefer isterik bir kahka da ben attım. “Ne yani ben bir ruhun mayosunu mu giyiyorum?”. Hayır seni tanımıyorum, ben ve arkadaşları geçmişe döndük. Onunla güzel bir gün geçirmek istedik. Birden ortaya çıktın, neden buradasın? Artık genetik bir hastalık teşhisi koymak elzem olmuştu. “açıkçası zamanda nasıl geriye döndünüz bunu anlamış değilim, bu bir kamera şakası mı onu da bilemiyorum, ya da takıldığınız şeyden ben de istiyorum mu demeliyim. Üstelik bu sizin geçmişinizse ben şu an gelecekte olmalıyım öyle değil mi?”. Kız bana “aslında zaman diye bir şey yok ama bunlar önemli değil. Biz sadece Arzu’yla biraz daha vakit geçirmek istemiştik. Ama senin de burada olmandan memnunum. Sanırım merak bazen mutlu anların katili oluyor di mi? O yüzden hadi tüm bunları boş verelim” dedi. Ben her şeyi boş vermeye o denli alışıktım ki sadece gülümsedim ve “tamam” dedim. Tabi bir yandan “ya bu manyaklar beni doğrarsa” diye kıllanmadım da değil.

Artık saatler epey ilerlemişti. Kapılar kapanmadan listeme ulaşmam gerekiyordu. İnsanlar da yavaş yavaş duşlarını almış gitmeye hazırlanıyorlardı. Ben de duş alacaktım. Bu sefer havlu dilenmek için yine Arzu’nun yanına yollanmıştım ki soyunma odasının ortasında an itibariyle evde olması gereken kırmızı spor çantamı gördüm. Belki başkasınındır dedim ama açıktı ve içinde havlum, o eşek kadar olan saç fırçam, her zaman kullandığım şampuanım vardı. Tam o sırada Arzu geldi ve ben “bu kimin?” dedim “bilmiyorum” dedi. Ardından da “bak şu dolap açık belki sahibi yeni gelmiştir” . O sırada insanlar vedalaşıp gidiyorlardı. Ben de biraz sonra gideceğimi ve her şey için teşekkür ettiğimi söyledim. O sırada Arzu da odadan çıkmıştı. Merakla kapısı yeni açılmış olan dolaba yöneldim. Ve gözlerime inanamadım. Şu an orda olmaması gereken pek çok özel eşyamla göz göze gelmiştim. Ananemin fotoğrafı, yine onun verdiği üzeri yaldızlı mavi takı kutusu, en sevdiğim küpelerim, battaniyem daha bir sürü eşya, kitap, kaset. O şaşkınlıkla Arzu’ya doğru koştum. Halüsinasyon görmediğimi teyit ettirmek istiyordum. Koridorda, kapının önünde yoktu. Belki havuzdan hevesini hala alamadı bu çocuk kadın deyip havuzun olduğu salona gittim. Arzu havuzun uzak sol köşesinde duvara yaslanmış yerde oturuyordu. Ama o kırmızılıklar kan mıydı anlayamadım. Yanına koştum ve evet daha biraz önce neşe içinde sohbet ettiğim insan kanlar içinde, elleri ve yüzü, vücudu resmen doğranmış bir vaziyette yerdeydi. Belli ki ölmüştü ama ister istemez dürtükledim. İyi misin diye haykırdım ama ses yoktu. Ne yapacağımı şaşırmış bir vaziyette soyunma odasına, dolaba ve çantama yöneldim. Bunu niye yaptığımı bilmiyorum ama zaten soyunma odasında çantamı görmemle gözlerimin kapanması bir oldu.

Gözlerimi açtığımda badanası rutubetten kararmış bir odada buldum kendimi. Solumda fayanslar vardı. Biraz doğrulunca sol tarafımda bir küvetin sağımda ise tıka basa dolu çantamın olduğunu fark ettim. Ayağa kalktığımda inanılmaz derecede çişim gelmişti. Lakin bu banyo görünümlü yerde ne lavabo ne de tuvalet vardı. Küvetin içi leş gibiydi ve kesif bir koku burnumu sızlatıyordu. Küvetteki musluktan su akar mı diye deneme yaptım. Biraz pis bir su aktıktan sonra su temizlendi. Tuvalet olarak küveti kullanmaktan başka bir çarem olmadığını anlamıştım. Tam işim bitmişti ve ben olayları kafamda net olarak hatırlamaya başlamıştım ki içeri iki küçük çocuk girdi. Ellerindeki bir sürü çikolata, şeker, fındık fıstıkla doldurulmuş poşetleri küvetin yanına bıraktılar. Çocuklar gayet Beyaz Türk şımartılmasından muzdarip çocuklar gibi olsa da içinde bulunduğum şartlardan dolayı olsa gerek benim için korkma vesilesiydiler. Neticede bu kadar abur cuburu bir çocuğa hangi sebeple alırlardı. “siz kimsiniz, ne arıyorsunuz burada” dedim. Sanki şirinleri izlermiş gibi bildiğimiz çocuk kahkahalarından attılar. Poşetlerini alıp banyomsu odadan çıktılar. Arkalarında ben de çıktım. Nihayet çantayı filan düşünmüyordum.

Sarı badanalı küçük bir hole çıkmıştım. Sol taraf duvardı. Sağa yöneldim. Gördüğüm kadarıyla kalın perdelerin örtük olduğu ve anca az bir güneş ışığının bu perdeleri geçip içeri girdiği bir salona çıkacaktım. Salona adımımı atmamla inanılmaz bir şaşkınlık daha yaşadım.

İçerde bir sürü insan vardı. Göz kararı en az onbeş. Ancak eskicilerde görebileceğiniz hırpanilikteki tekli ve ikili koltuklarda sessizce oturuyorlardı. Öyle ruhsuzdular ki salona girmiş olmam onlar için hiçbir şey ifade etmemişti. Biri bile dönüp bana bakmadı. Sessizce oradan çıkabileceğimi düşündüm. Şöyle bir göz gezdirdim. Salonun etrafı sarı kalın perdeli pencerelerle kaplıydı. Görünürde kapı yoktu. Çıkış kapısı benim çıkacağım holün hemen solunda olmalıydı. Sessiz adımlara sabrım yoktu. Koşmak için adım attım. Evet kapı hemen karşımdaydı artık. Ama çıkmak ne mümkün. Biri aniden bileğimi yakalayıp kolumu kıvırdı. Leş gibi yarısı ak saçı sakalına karışmış, keskin bakan mavi gözlü adamla burun buruna gelmiştim. Diğer elindeki çakıyı gözüme doğru yaklaştırmıştı. Yine o pis kahkalardan birini tükürükle karışık suratıma postaladı. Benden başka herkes epey eğleniyor gibiydi. Bir anda kolumu bıraktı. Ve daha önce görmediğim, oturduğu koltukta bulunan döner bıçağını kapmak üzere arkasını döndüğü anda birden kapıyı açıp dışarı fırladım. Merdivenler dar ve dönerek iniyordu. Peşimden en az iki kişi daha salondan çıkmıştı. Sokağa adımımı attım ve istiklal caddesinde olduğumu fark ettim. Karşıdaki büfeye doğru koştum. Bu sırada yetiştiler ve iki kişi iki koluma giriverdi. Büfeciye “yardım edin beni öldürmeye çalışıyorlar” dediğim anda sağ koluma bir iğnenin saplandığını hissettim. Kolumdan başlayan uyuşma beynime doğru ilerliyordu. Büfeci önce şaşırdı sonra yanındaki adama kollarımı bırakıp kaçmaya çalışanları işaret edip “sen onları takip et biz karakola gidelim” dedi. Bacaklarımda hal kalmamıştı. Büfeci koluma girdi. Ağır ağır karakola yürümeye başlamıştık. İstersen hastaneye gidelim önce dedi. Ağzımdan zar sor bi “hayır” çıktı. O an koşmak için neler vermezdim. Karakolun girişindeki polisi gördüğümde bir polis görmenin beni bu kadar mutlu edebileceğini hiç tahmin edemeyeceğimi düşündüm. Büfeciyi bırakıp polisin koluna atladım. O an gözlerim kapandı. Bir daha gözlerimin açılmayacağını bilseydim bu kadar sevinir miydim?

94 yazı yeni başlıyordu. Güneş her zamankinden daha parlak gözüküyordu gözüme. Üniversite neredeyse bitmek üzere ve her zamankinden daha özgür olacağım günler çok yakın...

7 Haziran 2007 Perşembe

denizkelebenki




Efenim kendisi son şaheserim. Hem bir kelebenk (maalesef aerodinamik olaraktan uçacak gibi gözükmüyor) hem de balık (tabi bi de memişleri sansürlenmiş bir dişi). Yani hem sevgi pıtırcığı, hem kısmet. Hem pır pır yürekli, hem etine dolgun. Hem ehm neyse. Bu eserime katkılarımdan dolayı önce kendime, sora diğer katkıcılar olaraktan corel painter'a, wacom tabletime, tabii ki her bir chipini mıncırdığımının emektar bilgisayarıma, aileme, dostlarıma, akademiye teşekkürler.

3 Haziran 2007 Pazar

şair aşkı

çırak'a;

illa martılardan bahsediceksin ya
hani kanatları, özgürlükleri
gökyüzünde süzüm süzüm süzülmeleri
İstanbul aşkı, vapur aşkı
derken derken şair aşkı
dedim sana "bırak bunları"

ince topuklu giymeden
arnavut kaldırımlarını ezmeden
"ben kadınım" diyenden kaçacaksın

kaçacaksın ki gül kokulu,
yeri geldiğinde kan kokulu
şiirler yazacaksın
yazacaksın ki kendini var sanacaksın

gramofonda ella, kadeh elinde
ya da tangolar yapacaksın,
ne denk gelirse hayal denizinde

bazen ufka dalacaksın
tek bir kaygın olmasa da
ellerin titreyecek
için üşüyecek
acı çekeceksin nedenli nedensiz
olmaz ya ağlarsın ve hatta
diyeceksin "ben de insanım"

hep aşk isteyeceksin
bazen hayyam bazen marley içeceksin
tütünü yarana basmadan
iyileşemeyeceksin

şimdi diyeceksin bilirim
"ben ne şairim ne evvelim
derdi bilinmezim
üstelik sorarsanız
non je ne regrette rien derim"

onlara da laflarım var ammaaa
sana bilahare söylerim