30 Aralık 2007 Pazar

Kendi ülkende yabancı turist olmak

Hani alışıktık yerli turist olmaya. Bi kaç bavul, bir bilet, kolaydı. Sarışın her insan evladı TC vatandaşı gibi bolcana da yabancı turist muamelesi görüp, kazıklama denemeleri de yapıldı üzerimizde. Lakin durum şimdi çok başka. Şimdi ben de ikna oldum ve hazırım cola turka'yı 5ytl'ye almaya.

Yok ben "Böyle giderse terk ederim bu ülkeyi" filan diyenlerden değilim. Yani beni buyur etmeye meraklı ülke pek yok. Zaten ülkelerle de işim yok. Aslına bakarsanız fezaya gidesim var mecalim yok.

Sokağa çıkıyorum, karışıyorum halkıma. Diyorlar "senin halkın ahan da bu". Yok lan daha dün koşup oynuyordum sokaklarda. İstanbul'da. Bu halk bu değildi. Öyleymiş efendim bizim özümüz buymuş. Gitmesek de görmesek de o köylerde bu insanlar yaşar imiş. Nah öyle lan. Lab mamülü tipler len bunlar. Projektörlü toplantı odalarında şekillenmiş ruh hallerinden kıyafetlerine kadar her şeyleri.

Şimdi onlar bana bakıyor, ben onlara. Evet böyle bir ayrım var. Biz, siz. Yani ben şahsen öyle bişiy olmak istemediğimden ayırıyorum kendimi bi kenara. Siz de ayırın beni. Not alın kenara. "Cehennemlik" diye kıçıma damga vurun. "Bizden değil" deyin. Haklısınız çünkü kendi küçük dünyanızda. Böyle yapmazsanız, beni başka türlü tanımlarsanız valla alınırım. Yanlış anlaşıldım varsayarım. Ben size bakıp sizle dalga geçen ama asla size acıyacak kadar küçülmeyen kişiyim. Ama sizin dünyanızda "Cehennemlik" tam da bu durumu ifadeye tekabül ediyor. Eehehh evet takabül. Ah o güller bülbüller ne güzel başlamıştı hikayemiz. Ne kadar hazin bitecek.

Evet sokağa çıkıyoruz, televizyona bakıyoruz, gazete okuyoruz ve gitgide pasaportumuzdaki vizenin süresinin kısaltıldığını anlıyoruz.

Fındık kadar beyinlerin içi boş ve o boşluk akisler için çok da uygun. Fısıldanan o sesler büyüyor büyüyor o boşluklarda.

Yarın yine sokağa çıkacağım. Halkım yine akacak şehir merkezlerine. Sokaklarında dolaşıcağım ülkemin. Onlara göre Paris bana göre Tahran olan şehrimde.

9 Aralık 2007 Pazar

Lee Falk



Lee Falk The Phantom ve Mandrake the Magician'in 1911 doğumlu yaratıcısı. Benim için pek ama pek çok mühim bir şahsiyet. Şu dönem çocukların çizgiromanlarla alakası ne şekil bir seviyede bilemem. Ama bizim zamanımızda gayet seviyeli değildi. İçli dışlıydık. Suyu çıkmıştı ilişkimizin. Herkesin kendince en beğendiği karakter yahut hikaye vardır o dönem. Benimkisi ahan da Phantom'du. İlk özel kostümle sahnelere teşrif eden kahraman. Herkesin ölümsüz sandığı ölümlü efsane.




The phantom bizde kızılmaske idi. Beyaz atım olsa, Eden'a gitsem. Şöle havalı bir yüzükle damgalasam insanları. Ne bileyim. Herkese haddini bildirsem. "O köpek değil kurt" diye harlasam ona buna. Böyle doğayla içiçe ve kodumu oturtan bi insan olsam hayalleri kurdurdu phantom abimiz. Hayallere devam etmiyor değiliz aslında. Öyle bir iz bırakmış ki silemiyoruz. Belki çaktırmadan yüzüğüyle beni de işaretlemiştir.



Bir diğer hastası olduğum ama Phantom'la kurduğum gönül bağından çok hayal aleminde beni gezdirmesiyle büyüleyen yaratıcı hikaye ve onun muhteşem karakteri Mandrake idi. Mandrake karizma adamdı. Hoştu şuydu buydu. Değişik olaylar gelişirdi o vakit hikayede. Çocuk aklı heyecanla okurduk. Başta Lee Falk çizerken akabinde Phil Davis'e devretmişti Falk çizim işini.





Diğer çizgiromanlardaki gibi göz yoran, gereksiz bin tane tarama olmazdı bu iki çizgiromanda da. Bana göre bilhassa Phantom çocuklar için harika bir örnekti. Diğer kahramanlar gibi ne olağanüstüydü o kadar, ne de şiddet kallavi yumrukların haricinde çok fazla ön planda değildi. İyilik ve Doğa sevgisi çok fazla ön plandaydı. Zaten misal Mandrake'nin en yakın dostunun ırkçılığın maksimize olduğu bir dönemde arap olarak çizilmesi de son derece manidardı.

Bu güzel adama, verdiği mesajlara, yazdıklarına, çizdiklerine teşekkür ederim. Sayesinde çocukluğum bişeye benzedi bi nebze.

28 Kasım 2007 Çarşamba

Her şeyin yalan olduğu gerçeği

Resim filan koymuyorum bu yazıya. Reim yerine sıçtığınız en şekilsiz boku ve onun sifonla gitmeyişini hayal edebilirsiniz. Evet çemkirecem..Evet asabiyim. işim bu.

Duymak istediğim şeyler şunlar;

-Artık seni sevmiyorum. Ya aslında zaten hiç sevmemiştim.
-9 aylık kansersiniz. Tebrikler nur topu gibi cenazeniz olacak.
-Allah belanı versin manyak. Geber!
-Tanıdığım en berbat insanlardansın ve umarım en kısa sürede azına zıçılır.
-Sana bir sürü yalan söyledim ve sırf öyle istedim diye. Sakın sana değer verdim filan sanma.
-Arkadaşım filan değilsin aslında, lak lukun fena değil.

Böyle gidiyor bu. Yok mazoşist değilim. Gerçeği, sadece gerçeği duymak istiyorum (kanserli kısım temenni gibi aslında :p).

Bir sürü yalanı yaşadım. Yalanın içinde yaşatıldım. Yalana batırılıp çıkartıldım. Yalanları ayna gibi tuttular, yalanlarını cebime sıkıştırdılar, bahşiş gibi kimi zaman, bazen karşılıksız çek gibi. Borç gibi sanki daha çok.

Boğuldum yalanlarla. Belki herkes çok memnun ve işin doğası bu. Bana ne ben öyle değilim böyleyim. Her şey bana uyacak. Uymazsa arıza çıkarırım. Çünkü ben benim.

Yalanlarını ve kendilerini kıçlarına sokturup postaladım bir sürü insanı. Gelen gidiyo eminönü meydanı gibi hayatımdan. Güvercinleri severim ama boklarının kokusu da çekilmiyor hani.

Yalanlar beni yaşadı yıllarca, benim hayatım hep askıda.

Azınıza sıçayım hepiniz. Bitti.

25 Kasım 2007 Pazar

2046


İnsanlar geçmişlerinde yaşıyorlar. Sürekli bir geç intikal söz konusu.

Sanki yaşadığımız anlar sadece bir lokmayı ağzımıza attığımız an. Daha bunun tadını anlamak var, mideye yolculuğu var, hazmı var, geride bırakıp sifonu çekip çekmemesi, vücuda kabul edilen ve bize zarar ya da fayda sağlayanları var.

Hayat uzun bir yolculuk. Bazen bir ana kitlenip kalıyoruz. O an bin yıl gibi geliyor. Bin yıl süren an ise bir anda geçip gidiyor.

Hala ağlayanlar şanslı. Onlar yolculuğun tadını çıkarıyor. Ya bir yere gitmeyenler. Gidecek bir yeri kalmayanlar?

http://www.imdb.com/title/tt0212712/

15 Kasım 2007 Perşembe

11:14



Bir anda insanların hayatının nasıl değiştiğine dair bir film 11:14. Her ne kadar olan bir anda olsa da o noktaya nasıl gelindiğinin de önemi çok renkl bir biçimde vurgulanmış.

Film inanılmaz bir tempoyla devam ediyor ve yine bir anda başlayıp bitiyor.

Basit bir konunun iyi kurguyla, görüntüyle ve oyunculukla nasıl da bir karnavala dönüştüğüne tanıklık ediyoruz.

Komedi ve gerilim o kadar içiçe ki ağlanacak yerde gülmemek elde değil.

Velhasıl 11:14 bence izlenmezse bir şeyler kaçırılacak filmlerden. Neler kaçırılmamalı bakmak lazım.

7 Kasım 2007 Çarşamba

İnsanın Kendinden Sıkıldığı An



Sadece sıkıntı hissetmek. Üzerinde ağır bir yük. Hafiflemek adına yapabileceklerinin çok sınırlı olduğunu düşünmek. Kendinden sıkıldığını farketmek. İşte o an insan içinde başka birinin yaşadığını anlar.

Başka biri ve çok yabancı. Sokaktaki insandan bile yabancı. İnsan olduğunda bile emin değilsin.

Büyük ve daha güçlü bir şey. Ama ne tanrı ne de başka türlü bir hastalık gibi değil. Bambaşka biri. Kafanda yarattığın değil. Bizzati kafanın kendisi.

O canavar gibi seni yemek için bekliyor. Onu kendinle beslemek zorundasın. Bir kurban verebilirsin ancak. Elinde başka bir "sen" yok.

Anlamak ve savaşmak istersin. Ama o sana izin vermez. Çünkü sen "o" değilsin. Ama o hem "sen" hem kendisi.

Gidebileceğin bir yer olmadığı gibi öyle bir yer olsa da gidebileceğinden emin değilsin. Belki tüm bunlar kafanda hayal. Ama kafanı kesmeden nasıl kurtulacaksın? Onu ordan çıkarıp atmak mümkün mü? orası O'nun. Sen sadece sensin. Bir besleme, bir ilticacı, davetsiz bir misafir.

Konuşmak istesen dinlediğinden emin olamazsın. Ama o konuşmak isterse sadece susarsın.

Günler birbirini kovalar. Bazen gelir bazen gelmez. Gelmediğinde unut istersin, biraz da becerirsin. Geldiğinde nereye saklanacağını şaşırırsın?







12 Ekim 2007 Cuma

The painted veil



Yapımcıları başrol oyuncuları Edward Norton ve Naomi Watts olan bir film "The painted veil".

Oyunculuk mevzusunda bana göre çoktan usta sıfatını hakeden bu iki kişi gerçekten çok farklı bir atmosferde aşkın çok başka bir boyutunu izlettiriyor.

Filmin hikayesiyle ilgili fazla bilgi vermek istemem. Ama açıkçası gerçek aşkın yeşermesi için sadece güzel bir endam ve havalı bir tavrın yetmediği, bunların sadece göz aldanması olduğunu gösteren bir filmi anlatmak için hikayeden de bahsetmek gerekiyor.

Bazen gerçekten burnunun dibindekine yeterince bakmadığında, koşullar gereğinden fazla rahat olduğunda, kimin gerçekte kim olduğunu anlamak epey güç oluyor.

İnsanların "ama benlen ilgilenmedi. ben de aldattım napiyim" filan demesi elbette mazeret değil. ilgilenmiyen adama "ilgilenmiyorsun" mesajı açıkça verilir niyet bozulmadıysa. Yahut yeterince çekici bulunmuyorsa o adam, mantık çerçevesindeki çıkarlar doğrultusunda yapılan hareketler de gözardı edilecek şeyler değil. Ama birisi de size "piyanon yok mu?" dediğinde eğer sadece "yok" diyorsanız. Ve "neden sordun?" demiyorsanız. siz de aslında düşündüğünüz kadar sevmiyorsunuzdur karşınızdakini.

Ama yaşanmışlıklar, eğer içinizdeki bir şeyleri çoktan öldürmediyse hala bir şansınız var demektir. Ve anlarsınız ki birini gerçekten sevmek ve sevildiğini de bilmek yapılan hataları yok saymak ya da onları düşünerek çıldırmak değil de onları tamir etmek için vaktini harcamak demektir.

Böyle bir aşamaya gelebilen insanlar bir ihanetten doğan bebeği de bir aile olarak büyütebilir. Çünkü ölüm kapının önünde beklerken sevmek ve sevilmek için fazla vaktimiz yoktur.Kutsal kitaplar, kanunlar, gelenekler ve diğerleri her ne derse desin.

30 Eylül 2007 Pazar

Edith Piaf

İşte bir başka büyülü ses ve insan. İnanılmaz bir ses ve duygu yoğunluğu. Tabi bu ses sadece minicik bir bedenden değil yoğun yaşanmışlık ve inanılmaz bir hayat tecrübesinden çıkmakta. Ayrıca "r"'yi en güzel telaffuz eden Fransızdır kendisi.



des yeux qui font baisser les miens,
un rire qui se perd sur sa bouche,
voilà le portrait sans retouches
de l'homme auquel j'appartiens.
quand il me prend dans ses bras
il me parle tout bas,
je vois la vie en rose.
il me dit des mots d'amour,
des mots de tous les jours,
et ça me fait quelque chose.
il est entré dans mon coeur
une part de bonheur
dont je connais la cause.
c'est lui pour moi.
moi pour lui
dans la vie,
il me l'a dit, l'a juré pour la vie.
et dès que je l'aperçois
alors je sens en moi
mon coeur qui bat
des nuits d'amour à ne plus en finir
un grand bonheur qui prend sa place
des ennuis, des chagrins, des phases
heureux, heureux à en mourir.
quand il me prend dans ses bras
il me parle tout bas, je vois la vie en rose. il me dit des mots d'amour,
des mots de tous les jours,
et ça me fait quelque chose.
il est entré dans mon coeur
une part de bonheur
dont je connais la cause.
c'est toi pour moi.
moi pour toi
dans la vie,
il me l'a dit, l'a juré pour la vie.
et dès que je l'aperçois
alors je sens en moi
mon coeur qui bat




cet air qui m'obsède jour et nuit
cet air n'est pas né d'aujourd'hui
ıl vient d'aussi loin que je viens
traîné par cent mille musiciens
un jour cet air me rendra folle
cent fois j'ai voulu dire pourquoi
mais il m'a coupé la parole
ıl parle toujours avant moi
et sa voix couvre ma voix

padam, padam, padam
ıl arrive en courant derrière moi
padam, padam, padamıl me fait le coup du souviens-toi
padam, padam, padam
c'est un air qui me montre du doigt
et je traîne après moi comme un drôle d'erreur
cet air qui sait tout par cœur

ıl dit: "rappelle-toi tes amours
rappelle-toi puisque c'est ton tour
'y a pas d'raison pour qu'tu n'pleures pas
avec tes souvenirs sur les bras
" et moi je revois ceux qui restent
mes vingt ans font battre tambour
je vois s'entrebattre des gestes
toute la comédie des amours
sur cet air qui va toujours

padam, padam, padam
des "je t'aime" de quatorze-juillet
padam, padam, padam
des "toujours" qu'on achète au rabais
padam, padam, padam
des "veux-tu" en voilà par paquets
et tout ça pour tomber juste au coin d'la rue
sur l'air qui m'a reconnue

écoutez le chahut qu'il me fait

comme si tout mon passé défilait

faut garder du chagrin pour après
j'en ai tout un solfège sur cet air qui bat
qui bat comme un cœur de bois

29 Eylül 2007 Cumartesi

lakposhtha ham parvaz mikonand





İran doğumlu Bahman Ghobadi tarafından yazılıp yönetilmiş bir filmden bahsetmek istiyorum. Türkçe'ye "Kaplumbağalar da uçar" şeklinde çevrilmiş adı.

Film 2004 yapımı.Film deyip duruyorum ama filmden de öte bir şey. Bir gerçekliğin içine çekip alıyor insanı. Sonra da yutuyor ve tükürüyor. Kanser ediyor.

Çok neşeli bir o kadar samimi ve tanıdık bir girişi var filmin. Vizontele ve Propaganda filmlerinden bir şeyler yakalayabiliyorsunuz. Önce bir hikayenin içine alıyor ufaktan sizi. Ortamı ve insanları tanıştırıyor, sevdiriyor onları. Bilhassa Zinedine Zidane ile ilgili geyikle hem güldürüyor hem de o yokluk içindeki cahilliğin düşündüğümüz boyutta olmadığını da vurguluyor.

Sonra ufaktan size küçük şoklar yaşatıyor. Yani aslında bildiğiniz, haberlerde gördüğünüz, gazetelerde okuduğunuz ama iki dakka sonra unuttuğunuz o küçük çocuklar var ya Irak'ta. Hah işte onlar biraz daha tanıdık gelince karnınıza yediğiniz tekme daha bir güçlü oluyor.

Detaylar vermek istemiyorum çünkü filmi izlerken hatırlamanız yaşayacağınız duygunun azalmasına sebep olabilir. Oysa ben sizin de benim gibi kanser olmanızı istiyorum.

Elbet görsel açıdan, diyaloglar açısından, hikaye açısından çok başarılı, çok zengin bir film. Çocuk oyuncular mucize gibiler zaten. Ama filmin verdiği siyasi mesajlar sadece "savaş berbattır bu işten en çok çocuklar zarar görür" gibi şeyler değil. Saddam'ın da ne feci işlere imza attığı dillendiriliyor. Abd ile ilgiliyse pek de bir şey söylemiyor yani amerikaya hayran "uydu"'nun yaşadıklarından sonra her şeyi boş görmesi yahut Abd'nin gelip kendilerini kurtarmasını bekleyen Iraklı insanların da olduğundan gayri. Bu anlamda pozitif bir yaklaşım da sergilenmiş gibi. Ama anlatıldığı dönem abd'nin işgali ve Saddam'ın devrilişinde bitiyor. Bu bundan da kaynaklanabilir.

Ben bu filmin kesinlikle zorla da olsa izletilmesini istiyorum. Faşist duygular içersindeyim bu konuda. Böyle giderse ya kanser olacam ya otomatik portakal'daki çılgın bilimadamlarından biri.

23 Eylül 2007 Pazar

Nat is dead baby



Hatırlıyorum küçümen bir çocuğum. Radyoyu açmışım. Muhteşem bir ses duyuyorum. Harika bir şarkı söylüyor. Büyülenmiş gibi kapılıyorum o sese. Nat King Cole ile ilgili bir program yapılıyor. Küçük bir kızın kendinden geçtiğinden haberi yok birilerinin. Aralarda onunla ilgili bilgiler veriliyor. Sonra anlıyorum ki şarkıyı söyleyen muhteşem ses ölmüş. Başlıyorum ağlamaya. "Natkinkol ölmüş, natkinkol ölmüş". Nasıl bir tramvaysa adını her duyduğumda, her resmini gördüğümde veya sesi bir yerlerden kulağıma sızıp girdiğinde gözlerim doluyor hafiften. Derler ya burnumun direği sızlıyor. Hah işte öyle bir şey. Şu şarkısı hariç.



"L is for the way I LOVE this man"

17 Eylül 2007 Pazartesi

Katil uşak adı Brütüs



Yiğit Özgür - Sen de mi Brütüs




Sırtından bıçaklanma hadisesinin en keyifli kısmı "Acımadi ki" dediğiniz kısımdır. Lakin acımamış olması kan kaybetmediğiniz anlamına gelmez. Neyse ki makul ölçüde kan kaybının telafisi mümkün.

Ben şahsen pek çok zaman sırtımda o bıçağı hissettim. Dönüp kolunu büktüm bazen ilgili Brütüs'ün, bazen de mal gibi yedim bıçağı oturdum aşağı. Aslına bakarsanız bu biraz da insanın kendini ve başkalarını gereğinden fazlacana önemsemesiyle alakalı. Önemsemeyince de tadı çıkmıyor diye diye yorduk biraz vücudu ama olsun. Olur öyle arada.

Bridget Jones'un sevgilisini şikayet etmeye kalktığı hapishane sahnesi geliyor aklıma. Gururu kırılmış şu bu bahsedecek lakin kadınlar başlıyor "Kocam beni erkeklere pazarladı" yok "Uyuşturucuya alıştırdı sevgilim". Kal geliyor susuyor kadın. İster istemez "bu ne ki?" moduna giriyor zaten zamanla insan. Yani alışıyorsun babayı almaya zamanla.

Bir gün dünyayı kurtaracağım sanıyorsun ertesi gün bir bakıyorsun konserve kutusunu bile açamıyorsun. Bunun adı büyümekmiş. Küçülmek gibi geliyor bana. Gitgide minnacık olacakmışım da en sonunda biri beni bilye kutusuna koyacak ve unutacak o kutuyu bir yerlerde.

Benim bu konuyla alakalı olarak en trajik bulduğum şey de çok uzun zamandır "Bunu senden hiç beklemezdim" diyememiş olmam. Ne kötü bir şey birileriyle ilgili olumlu ve net yargılar edinememek, aslında normalde olması gerekenlerin lütuf gibi sunulması.

14 Eylül 2007 Cuma

Link ışığınız yanıyor mu?




Cık bence yanmıyor. Daha henüz dünyaya konnekt olmuş adama rastlamış değilim. Sistem var, alt yapı var lakin köye internet gelememiş. Halk ortama akmış değil.

Hayal aleminde bir gezinti halidir gidiyor. Herkes yerel takılıyor. Bazen ağ kurmuş hane içi ve yakın çevrede. Lakin nerde bu nokia?

Böyle bir beyne hapsolma hastalığından muzdaribiz. Beyin çıkamamış kendi içinden. Yoğun parazitlenme var. Sanki birileri belli bir frekansta bir şeyler yolluyor.

Kitlendik kardeş. Bağlantı yok. Tek yürek olduğunu sananlar bile bambaşka alemlerde.

Birileri "Ahan da kullanma kılavuzu budur!" diye bir şeyler sokuyor gözümüze. Yok kardeş çalışmıyor onlarla. Kanmayalım. Daha da kendi içimize hapsolmayalım.

Link ışıklarımız lüzumsuz bulunup söndürülmüş de olabilir. Bunlar hep muamma.

6 Eylül 2007 Perşembe

Second Life


Efenim bilindiği üzre bir Second Life çılgınlığı almış başını yürümüş. Biz de her türlü çılgınlığın içinde bir şekilde kendimizi bulan bir kimse olarak Arzach dostumuzun da teşviği, kışkığı, haydini ile dalıverdik bu matrix hesabı dünyaya. Bu resimde önde duran daş hatun benim. Arkadakini sizler için çektim :p Bu daşlığımı da skin ilen şu ilen bu ilen beni baştan yaratan Arzach'a borçluyum.

Second Life'a http://www.secondlife.com/ bu siteden ulaşabilirsiniz. Download ediyorsunuz önce oyunu. 70 MB bir şey (Oyun biraz kurabiye canavarı bir oyun yalnız. Gezinirken bin tane yer açılıyor, açıldıkça ttelekom bunları bir kenara yazıyor. Kotalı adsl ile veya misal 146 ile alemlere akıyorsanız bunu bir düşünün. Gerçi tarifeler ucuzluyor gibi) Sonra kullanıcı hesabı oluşturuyorsunuz. Bu hesabı para ödemeden oluşturabiliyorsunuz. Ama arazi alacağım, iş kuracağım, coşacağım filan derseniz aylık 10 dolarlık bir bedelle tüm bunlara haiz olmak mümkün.

Şimdi Second Life'a girince önce bir adada tıkılı kalıyorsunuz da tanışınız sizi ordan çekip kurtarabiliyor neyse ki. İki uçun, bir şeyler yapın ne bileyim o kısma tam hakim olamadım çekip kurtaran olunca. Evet uçuluyor burda matrix hesabı yine.

Menü oldukça basit. Search'ten en popüler mekanlara ulaşmak mümkün. Bilhassa İtalyan ve İspanyol popülasyonun büyüklüğü dikkat çekici ya da bana hep onlar denk geldi. Fransızlar da epey bir geziniyor. Cot D'azur filan yapmış adamlar. Orda burda bayraklar şunlar bunlar da var. Yani herkes kendi benzeşiyle, kendi zevkine uygun yerler dizayn etmiş. Ama pasaport, vize yok neyse ki.

Dünyada ne varsa imite edilmeye çalışılmış. Kilise de var seks de. Dans edilen yerler var. Dansa davet var. Bir tıkla salsa veya vals yapmak mümkün. Dans ederken "oh nice, isn't it?" filan diyorlar. Yani eve karı atma derdi de var. Neyse ki gördüğüm kadarıyla savaş filan yok. Olsa da kimse ölmüyor. Ama kadınlar hapishanesi gördüm bir tane. Fantazi mi yapıyor lezbiyenler anlamadım :) Gerçi kurallara aykırı davrananlar da atılıyormuş anladığım kadarıyla.

İnsanlar genellikle gerçek hayatlarından bahsetmek istemiyor. Sanki biri "get a life" demiş de o da edinmiş işte. Yani bambaşka biri olmak istiyorlar ama bu sefer yaratıkları öldürmek gibi bir dertleri yok. Wow'dan daha iyi bu bakımdan denebilir. Bu arada aklıma Southpark'ın Wow'la dalga geçen bölümü geldi. Wow'u yapan şirketin yöneticilerinin accountu yoktu Wow'da ve "niye?" diye sorulduğunda "benim bir hayatım var" diyordu bir tanesi.

Her neyse görüldüğü üzere insanlar rahatlamak, mevcut işlerinden, eşlerinden ve streslerinden kaçmak için hayal dünyasına atmak istiyor ki milyonlarca kullanıcısı var Second Life'ın. Ama online olduğunuzda benim gördüğüm kadarıyla 45-50 bin kişi oluyor ve epey bir dağınıklar. Alan çok geniş.

Ticari anlamda da deli gibi paranın el değiştirdiği bir ortam. Zaten borsası da var. Kur farkından para yapanlar filan da vardır. Zira kendileri Linden Dollars diye bir para birimi kullanıyor. 1000 Linden Doları 5 dolar filan sanırım. Tam bilmiyorum. Para nasıl el değiştiriyor efenim, evler, arabalar, uzay gemileri, kıyafetler, skinler, takılar, taklavatlar, eskortlar alınıyor satılıyor kiralanıyor vs.

Elbet işin psikolojik ve sosyolojik boyutuna girince olaylar biraz vahim. Artıları eksileri iyi düşünmek lazım. Ben açıkçası çok da sağlıklı bulmadım böyle bir olayı ama zaten teknoloji sağlık sektörü ve bilgi paylaşımı hariç dünyaya ne getirdi ne götürdü ona da bakmak lazım.

Benim şahsi olarak ilgimi çeken tasarımlar, çizimler. Bunların 3 boyutlu olması ve içlerinde gezebilmem. Gerçekten insanoğlunun hayal gücüne hayran kalmamak elde değil. İnanılmaz güzel ortamlarda gezinmek mümkün. Yalnız bir meditasyon köşesi çılgınlığı var ki o beni epey bir güldürdü.

Yabancı ülkelerden insanlarla konuşmak da güzel ama gördüğüm kadarıyla oturup da felsefe filan tartışacak modda değiller. Ama bilhassa yeni bir dil öğreniyorsanız günlük dili pratik etmek açısından faydalı. Yazılı veya sesli chat yapabiliyorsunuz.

Tasarımcıysanız para kazanmanız yeteneğiniz ve ilişkileriniz doğrultusunda epey mümkün. 3D işinden anlayanlar için iyi bir fırsat. Scriptler de çatır çutur gidiyor. Yok anlamam o işlerden derseniz başka işler de bulabilirsiniz. Plajda veya dans ederek bile para kazanılıyor. Ama ücret düşük ve boş boş takılıyorsunuz.

Bir de bu işten deli para kazanan kişiler var deniliyor. Bir tanesi pek meşhur http://www.stargazete.com/starextra/index.asp?haberID=49318

Onun haricinde ben biraz daha takılıcam sanırım çünkü gezecek yer çok. ZAten bu yazdıklarım da ilk izlenimler. Her yerine her olayına vakıf filan değilim elbet. Lakin bu flört ve pişirme merakını harbi anlamadım. Herkeste bir tanışalım, yiyişelim, pişirelim motivasyonu var. Oturun pornografik animasyon filan izleyin ne bu anlamadım. Yaşadığı dünyada ki tek normal insan olduğunu düşünme deliliğinden muzdarip olacam az kaldı.

Bu resmimi de bu yaz yapamadığım tatilime adıyorum.

3 Eylül 2007 Pazartesi

Anarşizmi kavrama sanatı



Banksy - http://www.banksy.co.uk/outdoors/horizontal_1.htm




"Güçlü bir halk lidere ihtiyaç duymaz." Emiliano Zapata


Biliyorum insanlar sadece otoriteye başkaldırmaktan korkmuyorlar. Otorite giderse yerine ne koyacaklarından emin değiller. Diyorlar ki otorite olmazsa veya biz insanları otoritesiz yaşamayı öğretmezsek kaos yayılacak. İnsanlar birbirlerinden çalacak, yağmalar, tecavüzler ve daha türlü türlü problemler. Yani otorite aslında kapitalden veya silahtan değil bizzat insanların korkusundan besleniyor. Peki devletin bunlardan sizi koruduğuna emin misiniz? Devlet aslında kendi kaosunu yaratmıyor mu? Ekonomi çıkmaza girdiğinde, bir takım dinamikler devreye sokulduğunda ve savaş çıkartıldığında bu korktuğunuz şeyleri yaşamıyor musunuz?

Devletler düzenli ordularıyla tepenize bombalar yağdırırken, o düzenli orduların düzenli askerleri düzenli bir şekilde size tecavüz ederken. Veya devlet politikaları sizi önce hasta edip sonra hastanelerde süründürürken, ilaçlara bağımlı yaparken can sağlığınız çok mu güvende?

Kendi aranızdaki türlü farklılıkları çeşitli senaryolara monte edip düşmanlık ve şiddetin önünü açan kim sanıyorsunuz? Ve “toplum buna hazır değil. Bizler onları eğiteceğiz” diyenler. Her şeyi çok bilenler. Kendi otoritesi ve hiyerarşisiyle Mesih gibi koşa koşa gelenler. Peki sizler otoriteye sahip olduğunuzda iktidar sarhoşluğuyla yola niye çıktığınızı unutabilir misiniz acaba? Veya doğru kadrolar kurulacağından, doğru bir şekilde yola devam edebileceğinizden emin misiniz? Birilerinin elinde diğerlerinin üzerinde baskı oluşturmak için güç olduğu zaman neler yaşandı hiç baktınız mı? Hangi halk tam olarak hemfikir oldu sizlerle? Azınlıklar, çoğunluklar, farklı sınıflar, hepsine hitap etmeniz gerekmiyor mu? Toplumsal mutabakatı esaret ve itaat üzerine kurabilir misiniz? Siz efendisiz olma hakkına sahipken ve birilerinin efendisi olmaya talipken nedenleriniz neler? Mantıklı nedenleriniz olsaydı ikna etmek yerine silahlarınızı kullanır mıydınız? Siz kimsiniz? Ya da şöyle söyleyeyim “siz kim olduğunuzu sanıyorsunuz?”

Peki bu insanlara haddini kim bildirecek? Üzülerek görüyorum ki maalesef böyle bir zihniyetin yeşereceği nesiller yetişecek gibi gözükmüyor.

Anarşist olduğunu iddia eden kişilerde bile gözlemlediğim, genelde mevcut düzenin oyunlarına ezberden ve bir çocuk naifliği ile tepki verme alışkanlığı. Bana göre daha da kötüsü anarşizmi takip etmenin etik sahibi olmamakla veya hedonizmle örtüştürülmesi.

Yine de anarşizmin en güzel yanı da aslında herkesin ev yapımı bir anarşizminin olabilmesi. Açıkçası ben bir takım semboller kullanan veya kişisel manifestosunu duyuran anarşistlere dahi gayet eleştirel yaklaşabiliyorum bu sayede.

Velhasıl diyeceğim şudur ki anarşizmi anlama sanatı aslında insanın kendini anlama ve tanıma sanatıdır. Devlet, toplum ve aile değerleri veya baskısı ile kuşatılmamış çıplak haline aynada bakmaktır. Ve tekrar bu sefer istediğin gibi giyinebilmektir. Sadece çıplak kalmak değil. Ve asla mantık söz konusu olduğunda nerede duracağını, nasıl tavır alacağını ezberlerle tayin etmekte değil. Bazen her şeyi yıkıp yeniden yapamadığımız durumlarda mevcut düzendeki bazı değişimleri durdurmak veya bazı değişimlerin de önünü açmak gerekir. Zira milyonların ayakta uyutulduğu bir düzende saflıkla farklılık yaratmak mümkün değil.

2 Eylül 2007 Pazar

Yalan Dünya




Neşet Ertaş - Yalan Dünya

Hep sen mi ağladın, hep sen mi yandın,
Ben de gülemedim, yalan dünyada
Sen beni gönlümce mutlu mu sandın
Ömrümü boş yere çalan dünyada.

Ah yalan dünyada, yalan dünyada
Yalandan yüzüme gülen dünyada

Sen ağladın canım, ben ise yandım
Dünyayı gönlümce olacak sandım
Boş yere aldandım, boşuna kandım
irengi gözümde solan dünyada

Ah yalan dünyada yalan dünyada
Yalandan yüzüme gülen dünyada

Bilirim sevdiğim kusurun yoğdu
Sana karşı benim hayalim çoğdu
Felek bulut oldu üstüme yağdı
Yaşları gözüme dolan dünyada

Ah yalan dünyada yalan dünyada
Yalandan yüzüme gülen dünyada

Ne yemek ne içmek, ne tadım kaldı
Garip bülbül gibi feryadım kaldı
Alamadım eyvah, muradım kaldı
Ben gidip ellere kalan dünyada

Ah yalan dünyada yalan dünyada
Yalandan yüzüme gülen dünyada

Flora Tristan




7 Nisan 1803 yılında paris'te fransız bir anne ve perulu bir babanın evlilik dışı (evlilik İspanya'da gerçekleştiğinden kayıt altına alınmamış ve yok sayılmış) çocuğu olarak dünyaya gelen ve şu şekillerde anılan bir kimse Flora: feminist-sosyalist, ütopist-feminist, anarşist-sosyalist. Yani internette biraz araştırınca daha bir çok kombinasyona da rastlayabiliyorsunuz. Ha bi de Paul Gauguin'in ananesi diyorlar. Hülya Avşar'ın kızkardeşi gibi bir titr gibi değil de bilgi olarak sunsalar daha bir güzel olurmuş gibi geldi bana. Bilhassa torununun ananesini pek de iplemediği yönündeki bilgiler düşünülünce.

Neyse işin etiket kısmı bir kenara Flora neler yapmış ona bakalım.

17 yaşında daha sonra anlayacağı üzre ayyaş, tacizci(kendi kızını taciz ettiği söyleniyor ki bu sebeple Flora çocuklarını ondan alabilmiş), parasızlıktan dolayı Flora'yı fuhuşa sürüklemek isteyen ve daha bilimum olumsuz özelliğe sahip olduğu iddia edilen Andre Chazal ile evlendirilmiş.

Yaşadığı dönem bilindiği üzere kadınlara ileri derecede ayrımcılık yapılan, onlara erkeklerle eşit eğitim alma, çalışma ve yönetimde söz sahibi olma haklarını vermeyen bir Fransanın dönemi.

"Sus da alim sansınlar", "söz gümüşse sükut altındır" vs gibi pasifize edici, koyunlaştırıcı görüşlere prim vermeyen Flora "sustular sustular sıra bana geldi" deyip isyan bayrağını açmış.

Çünkü koca dayağı yeyip oturmak, onun yüzünden fuhuş yapmak, erkeği üstün sayan bir sistemde kadın olarak varolmak, eşinden boşanma hakkını bile kullanamamak, babasından kalan mirası evlilik dışı bir çocuk olduğu için alamamak gibi şeylerin mantığa aykırı olduğunu ve bunun değişmesi gerektiğini insanlara anlatma derdini edinmiş.

Pek çok seyahat yapmış. Eserler vermiş. Gittiği yerlerde etkili konuşmalara imza atmış. Broşürler dağıtmış. Tabi bütün bunları yaparken kovalanmış, takip edilmiş. El üstünde tutanların sayısı her zaman ki gibi nefret edenlerin yanında devede kulak kalmış.

Yazmış olduğu "Bir Parya'nın yolculukları" yayınlandığında ise bir türlü boşanamadığı Andre Chazal tarafından vurulmuş, kurşun öldürmemiş ama göğsüne saplanmış ve bir daha çıkartılamamış. Süren cinayete teşebbüs davasında ise kocasından çok kendi hayat tarzı irdelenmiş irdelenmiş. Neyseki adamı 20 yıl hapse atmışlar. O da bir şey.

Sadece kadın sorunları değil, işçi sınıfının sorunları ile de ilgilenmiş. Sosyalizmin temel taşlarına epey bir katkısı olmuş. Bihassa işçi sınıfı sorunları, sendika vs. gibi mevzulardaki önerilerinden epey bir etkilenen ve kendi fikirlerine temel aldığı iddia edilen Marx ve Engels'in kendisinin adını hiç anmamaları da eleştirilmiş zaman zaman.

Kendisiyle ilgili ilginç bir olay da Fransa ve Peru da dahi parlamentoya Ziyaretçi kimliğiyle girebilirken Londra'da kadınların alınmadığını duyunca erkek kıyafetiyle ve bir Türkün yardımıyla Lordlar kamarasına girmesidir ki aslında bu olayın en ilginç kısmı bazı erkeklerin oraya sabahlıkla gelmiş olması ve çoğunluğun da orda uyuyor olmasını kendisinin bizzat tespit etmiş olması sanırsam.

Velhasıl hayatı boyunca bıkıp usanmadan kadınları ve işçi sınıfını sömürmeye çalışanlarla mücadele etmek için sömürülenleri aydınlatma ve örgütleme ile uğraşmış. Tam olarak asla başarmanın hazzını yaşayamamış bu kadın, 14 kasım 1844 yılında hayata gözlerini yummuş.

"Napçen? dünyayı sen mi kurtarcan" insancıkları için bile daha iyi bir dünya düşleyen ve onun temellerine katkıda bulunan bu kadına saygılar efenim.

http://www.dergibi.com/yazarlar/mbd_008.asp

http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=100

http://www.tarihsayfam.com/tarihe-gecen-kadinlar/flora-tristan.html

http://en.wikipedia.org/wiki/Flora_Tristan

ve tabii ki

http://www.google.com.tr/search?hl=tr&q=flora+tristan&btnG=Google%27da+Ara&meta=

28 Ağustos 2007 Salı

Gülünün solduğu akşam



Yaz bakalım tarih. 28 Ağustos 2007. Abdullah Gül artık köşkünün gülü. Çünkü 22 Temmuz 2007'de oy kullananların %46,6'sı akp dedi (demiş). Çünkü artık cumhurbaşkanlığında, başbakanlıkta, meclis başkanlığında ve mecliste %46,6 hisse sahibi bu kimseler. Bu hisseleri de vekaleten Tayyip bey yönetecek. Kalan %53,4 ve oy kullanmayanlar, oy verecek niteliklere haiz olmayanlar azınlıkmış. Onların yönetimde söz hakkının olması abesmiş. Çünkü biz demokrasi ne bilmiyormuşuz. Meğer bu demokrasiyi en güzel imam hatipler öğretiyormuş. Cahil kalmışız netekim.

Yaz bakalım tarih. Şeriat için demokrasiyi kullananlara tek çare demokrasi için faşizmi kullananlarmış. Çünkü meydan kaypaklarla faşistlere kalmış. İnsanlar binlerce yıllık uykularından aslında hiç uyanmamış.

Tarih sana diyorum yazsana. Bak yine vukuat var. Dünya kocaman savaşlara hazırlanıyor özenle. Makyajını yaptılar, elbisesini giydirdiler. Parfümü sıkıldı. Taksi gelip alacak birazdan. Çünkü yine paylaşamadılar, yine var olma savaşlarında kirlendikçe kirlendiler. Yine birbirini öldürecekler din ve toprak adına. Tanrı diye birini işaret edecekler, gururdan ve onurdan bahsedicekler umarsızca. Elleri kirli, yüzleri maskeli, suçlayacaklar birbirlerini. Emin ol çok az insan tiksinecek. Dünyanın en vahşi hayvanı olmaktan utacanak bir kez daha.

Tarih söylüyorum yazmıyorsun. Hep başkalarını dinliyorsun. Yoksa sen de mi sıkıldın? Hep aynı hikaye dön dolaş. Doğru doğru haklısın. Ama hiç bir şey değişmeyecekse, bu kadar şey neden yazıldı? Bu kadar insan niye öldü? Beri yandan insanlar hala bu kadar bencil, bu kadar aptal ve bu kadar vahşiyken, neden bir şeyler değişsin ki?

26 Ağustos 2007 Pazar

illüzyon



Bazen görmek istediğimiz gibi görüyoruz hayatı, bazen göstermek istedikleri gibi gösteriyorlar hayatı. Aslında hepimiz biraz illüzyonist, biraz seyirciyiz.
Kanmaya ve kandırılmaya bu kadar meraklı başka bir hayvan cinsi de yok bilindiği üzre. Sanırım canımız çok sıkılıyor.

Edward Norton'un yer aldığı The Illusionist filmi bu sıkıntınıza derman olacak flmlerden gibi.

Filmin en önemli özelliklerinden biri bana kalırsa dönem filmi olmasının tüm zorluklarını gayet güzel aşmış ve gayet estetik görüntüler yakalamış olması. Ayrıca Romantizm, akıl, hayal gücü, azim mevzularından güzel de bir hikaye yakalanmış. Aslında zannedersem orjinali kısa bir hikaye olan film biraz gereğinden fazla uzatılmış ve seyirciye gereksiz yere binlerce açıklama yapılmış olsa da ben şahsen gerçekten keyifle izledim. Bu kadar yetenekli oyuncu zaten kolay kolay bir araya gelmiyor, otur izle, uzatsalar ne olacak?

Pek çok yetenekli oyuncunun bir araya geldiği yine illüzyon mevzusunun etrafında hikayesi şekillenmiş olan bir başka güzel film de The Prestige.



Bu filmde yine bir dönem filmi. Ama şüphesiz The Illusionist'e göre süprizi daha bol bir film.

Filmin en önemli özelliği bana göre illüzyonun sanatla olduğu kadar bilimle de ne denli akraba olduğunu çok güzel vurgulamış olması. Elbet filmde belli bir noktadan sonra olaylar popüler bilim efsanelerine doğru akıverdi ama olsun.

Şimdi müsadenizle sizle biraz spoilerlı konuşacağım. Filmin belli bir noktasında hikayeye Nikola Tesla'nın girmesi açıkçası beni şaşırttı şaşırtmasına da filmden sonra daha bir şaşırdım. Ben film izlemeden önce ne bir eleştri okurum ne de oyuncularına bakarım. Yani filmi alakasız bir insan zırt diye anlatmamışsa veya ana haber bülteninde aniden gözüme sokmazlarsa çok bilgi sahibi olmadan izlerim. E nasıl seçiyorsun izleyeceğin filmi derseniz tamamen iç güdü, tesadüf, zevkimin uyuştuğunu bildiğim insanlardan övgü almış olması, ha bir de bazı yönetmenler efenim. Ne çekse izlemeli diye düşündüklerim. Ancak filmi izleyip beğendiysem araştırırım. Kim kimmiş, kimler ne demiş, neymiş bunun olayı. Oyuncularla filmi izlemeyi tercih etmem arasında hiçbir bağ yok görüldüğü üzre. Vekhasıl Film boyunca "anam bu Tesla'yı oynayan adam ne karizma, herife bak Lee Van Cleef gibi adam be" filan dedim durdum. Zira adam çıka çıka kendisini normalde hiç de öyle bulmadığım sadece bazı şarkılarını sevdiğim bir kimse çıktı. Bakınız sinemanın da bir çeşit illüzyon olduğunu buradan kavramış oldum. Evet durduk yere David Bowie'ye aşık ettiriyorlar insanı.

Ne çeşit bir dünyada yaşıyor olduğumuzu ve kimlerle dans ediyor olduğumuza dikkat etmemizi salık veren bu iki filmi de izlemeli diye düşünüyorum. Her iki film de duygulara ve akla güzel göndermeler yapmış.

İki farklı illüzyon gösterisi her ikisi de. Hangisini daha çok beğendin derseniz ben illüzyon gösterilerini sevmem aslında. Ama sinemayı seviyorum. Her ikisini de biraz dikkatli izlerseniz gösteriyi çözebilirsiniz, gözlerinizi bağlamalarına izin vermeyin yeter ki. Ama muhtemelen bir kaç noktada takılacaksınız. Bilhassa ikincisini yani The Prestige'i biraz daha dikkatli izlemeniz gerekecek. Yönetmeni biraz daha nasıl derler, mavra bir adam.

http://www.imdb.com/title/tt0443543/

http://www.imdb.com/title/tt0482571/

22 Ağustos 2007 Çarşamba

Anne



Frederick Hart-Mother and Child

Pizzayı hiç sevmediği halde sırf çocuğunun canı sıkkın diye, o pizzayı çok seviyor diye, üstelik evde de yemek varken "hadi gel pizza söyleyelim" diyen. Bir de çatal bıçakla yemese pizzayı tam süper olacak.

20 Ağustos 2007 Pazartesi

Pişmanlık



Giorgio de Chirico - Il rimorso di Oreste

Bazen bir insanla sadece aynı havayı solumuş olmaktan dahi pişman olur insan. Rezillikler, türlü kirli ve hain şeylerin ortasında kalmanın tiksintisi anı olarak yapışıp gelir peşinizden.

Yaptığınız tercihler sadece safça diye düşebilirsiniz bu insandan insan kapanlarına. "Bir insanı yapacağı şeylerle değil yaptıklarıyla değerlendirebilirim" diye kendini kandırırken aslında hiç de tahammül edemediğini çok sonra fark edeceğin yeniden karşılaşmaların da ışığında başına gelmedik kalmayınca anlarsın bir nebze neler olduğunu.

O kadar çok insandan tiksiniyorum ki. Aslında toptan gelişi ucuza diye mi ne topyekün herkesten tiksiniyorum diyebilirim.

Zayıflıkları. En tiksindiğim. Zaten her şeyin temeli de burdan kaynaklanıyor.

Tüm hastalıklı fiilleri ve sözleri.

Tiksiniyorum ve artık onlar adına bahaneler de üretmiyorum kendimce. Zira kendimden esirgediğim hoşgörünün milyonda birini haketmedikleri açıkça ortada.

Küfür dağarcığıma her gün yeni bir şeyler katıyorlar.

Artık epey bir küfür eder oldum, zira küfür etmekten başka çarem yok şimdilik.

Bu söylediklerimi hayatıma gelmiş, hayatımdan geçmiş, geçecek kişiler ve benle hayat boyu alakası olmayacak kişiler üstlerine alınabilir.

Evet hepinizden iğreniyorum. Hiç kusura bakmayın. Midem kalkıyor her yalan söylediğinizde, bütün yalanlarınıza kılıf diktiğinizde. Aklınız sıra yutturduğunuzu sanıp zafer kutlamaları yaptığınızda.

Küçük ve sapkın eğlence anlayışınız uğruna birbirlerinizin hayallerini, umutlarını piç ettiğinizi gördüğümde.

Hayata çok değer verirmiş gibi yapıp gözünüzü kırpmadan cana kıydığınızda veya hayata hiç kıymet vermediğinizi söyleyip canınızı teslim etmeye razı olmadığınızda.

İnanılmaz derecede tiksiniyorum birine ya da bir şeye olan sevginizden bahsettiğinizde. Çünkü görüyorum ki sevgi ne haberiniz yok. Hele o aşk şiirleriniz, romanlarınız, filmleriniz. Kimlerden bahsediyorsunuz? Bu siz değilsiniz.

Ve pişmanım. Her şeyden önce böyle bir dünyaya gelmiş olmaktan. Bu insanları uzuuuunca bir süre adamsamış olmaktan. Uzuuun süre umut edip kendime işkence yapmış olmaktan. Bu kadar yorulup en sonunda o çok tiksindiğim insanlara dönüşmüş olmaktan.

Pişmanım. "Hata sende" dediklerinde hep dönüp kendime bakıp eziyet etmekten. Kusurlarımı kimse hoşgörmezken herkesi hoşgörmekten. Kimseyi hoşgörmemeye başladığımda ise hoşgörülmekten. Umursamamak ve umursanmamayı bir türlü aynı zaman diliminde yakalayamamaktan.

Ve farkındayım artık kimseyi sevmiyorum. En kötüsü de sadece kendimi seviyorum. Yani artık ben de herkes gibiyim. Oysa herkesi çok özel sanıyordum. Bu hayal biterse hepsi biter. Hepsi bitti.

19 Ağustos 2007 Pazar

Ateşiniz var mı?



Yann Tiersen-Le Train



Önce resim vardı. Gördüklerini not aldılar mağara duvarlarına. Sonra yazıyı bulup kayıtlara geçirdiler sözleri. Siyah beyaz fotoğraflardan sıra geldi dijital kameralara. Kulaktan kulağa oynamakla olacak gibi değildi.

Bu kadar önemli miydi? Söylenenler, yaşananlar.

Daha fazla şey biliyoruz şimdi.

Bir sürü notlar bırakılmış.

Notları okuyoruz. Resimlere bakıyoruz. Bazılarımız en azından.

Bir sürü şey biliyoruz.

Bir sürü şey değişti bu sayede.

Önemli ya da önemsiz.

Notları okuyanlar değişti, şekillendi.

Ama bu notları kimler aldı?

Kimlerin notlarını dikkate almalıyız?

Bana sorarsanız bu iş hiç yürümedi.

Bu dünya hiç olmadı.

Sanırım her şeyi yakıp baştan başlamalıyız.

Her acı çeken romantik gibi önce fotoğraflar sonra mektuplar.

17 Ağustos 2007 Cuma

Düşlerken düşmek



Sürekli aynı istasyonda, aynı saatlerde trene binen insanlar her sabah aynı sıraya oturan ilkokul öğrencisi gibi hep aynı yerlerde dikilirler. Ben genelde ayakta durmayı sevmeyen biri olduğumdan önce bir oturacak yer ararım ki bu gereksiz bir umuttur çünkü banklar hep kapılmış olur. O yüzden genelde dikildiğim yer olan istasyona çıkan merdivenin sağına doğru yönelirim. Eğer başkası orda duruyorsa "benim sırama oturmuşsun" bakışımı fırlatır yine oraya yakınlarda bir yerlerde dururum.

Aslında o gün o kadar erken bir saatte gitmeme gerek olmadığı halde üniversiteye gidiş saatime yakın istasyona geldim. Okula gitmekten nefret etmem koca bir gerçekti. Tatilde olmamız harikaydı. Sabahın köründe kalk, adapazarı ekspresine yetiş, şehir değiştir geç İstanbul'a, in Haydarpaşa'ya ama tam da o sırada işte masmavi deniz karşında. Hava güzelse vapura, olmadı sis mi var, tamam o zaman bin motora. Yolculuğumun oflamadan ve içimden söylenmeden etmeden geçirdiğim tek kısmı buydu. Tabi eminönüne yanaştığımızda teselli biter işkence devam ederdi. Bu küçük teselli için bedel ödemeye o denli hazırmışım ki arkadaşlarımla öğleye doğru buluşacağım halde koşarak istasyona gelmiştim. Son günlerde canım iyiden iyiye sıkkın. belki değişiklik, belki uzaklaşmak, belki vapur dertlerime derman olmasa da yoldaşlık edebilir bana.

Tren istasyona yanaştı ve her zamanki gibi kır kıvırcık saçlı, genelde aynı şeyleri giyen adam sanki trene onu almayacaklarmışçasına insanları ite kaka vagona bindi. Bir sabah sıkıntıdan ona buna sarıp gereksiz konuşmalarıyla herkesi delirten adamla konuşmasını duymuştum. Avcılarda çalışıyormuş. Yol parası, yemek vermiyorlarmış. "Karın tokluğuna bile değil ama adres belli olsun diye çalışıyorum mecbur. Ailemin yüzüne bakabilmek için" demişti kır saçlı atik adam. Trene böyle azimle binmesi daha da şaşırtıcı oluyordu bu blgiyle. Aniden "Ben de hep aynı şeyleri mi giyiyorum?" diye düşündüm. Zira babamın da bu adamdan pek farkı yoktu.

Evet nihayet ben de içerdeydim. Elimde arkadaşlarıma götürdüğüm bir ton ders notuyla. Derslerimin hepsi harikaydı ama arkadaşlarımın pek öyle değildi ve bütünlemelere çalışıyorlardı. Aslında bu küçük gezintinin sırrı da çalışkan öğrenci kontenjanından sosyalleşmekti. Neticede her söylediği büyük dikkatle dinlenen, neşeli, güzel ya da özel biri değildim. Üstelik hep aynı şeyleri giyiyordum. Bunu da bu gün farkettim.

"En azından pencere kenarında dikiliyim" mantığına sahip sürüyle birlikte itişip kakışmalarımız neticesinde nihayet soluk alabileceğim bir pencere kenarı bulabilmiştim. Bu arada tren çoktan yol almaya başlamıştı. Eğer kardeşim walkmanimi evde basket antremanı yapma sevdasıyla kırmış olmasaydı şu an müzik dinleyebilirdim. Hadi aileni seçemiyorsun bari şu çocuğun doğumunu engelleseydim ya. Ne bileyim annemle babam tam niyeti bozmuşken "ben uyuyamıyorum" diye onları rahatsız edip onlarla uyumak istediğimi söyleyebilirdim. Babam kovalamaya kalkar anneciğim yine dayanamaz alırdı beni koynuna. Mustafa diye haylaz bir çocuk doğamaz, canımı da sıkamazdı böylelikle.

Tren yolculuklarında içinden istasyon saymak, hesap kitap yapıp kaç istasyon kaldığını bulmak, sıklıkla saate bakmak gelenektir. Ekspres olsa da bindiğiniz tren bostancı durağına gelmeden yokuşta fazla yolcudan dolayı zorlanıp, kendini salıp, bir önceki istasyona geri dönebilir. Adam eksilsin diye sizi orda uzun süre bekletebilirler. Bunlar hep olan şeyler bu gün de olan bu. Buna sinirlenmemliyim. Nasılsa yetişeceğim bir ders veya sınav yok. Bu gün macera günü.

Nihayet yola çıkmaya karar verdiler. Ben inmeyeceğim diye direnenlerdendim. İstedikleri kadar bekletebilirler. İşe gitmesi gerekenler koşarak minibüslere yöneldi. Kıvırcık saçlı amca da. O adamı anlamak mümkün değil zaten. Madem hakkını vermiyorlar geç kal bir kere ne olacak. Minibüslere koşanların kaçı o amca gibi acaba. Öf bu yeşil pantolonu niye giydim ki ben. Çok çirkin.

Tren geleneklerinden en önemlisi de hayal kurmaktır. Ben hep yaparım. Etrafımdakiler de yapıyorlar. Zaman zaman yüzlerindeki anlamsız gülümsemeler ondan. Ben de kendimi yakalıyorum böyle gülümserken bazen. Özellikle Burak'la ilgili hayaller kurarken. Burak'la kantinde karşılaşıyoruz. Kantindeki sırada hemen arkamda duruyor. Ben çay alırken paranın üstünü almayı unutuyorum ve hızla bir masaya yöneliyorum. O peşimden geliyor. "Paranızın üstünü unuttunuz" deyip parayı uzatıyor. "Teşekkür ederim" diyorum. Kantinde oturacak başka masa kalmadığı için onu bulduğum masaya davet ediyorum. O da kabul ediyor. Masada otururken laf lafı açıyor. Beni sinemaya davet ediyor. O günden sonra hep görüşüyoruz. Bana aşık oluyor. Ah ne kadar isterdim. Evet yine o gülümseme belirdi yüzümde. Oysa Burak Ayşen diye bir kızın varolduğundan bile haberdar değil. Belki okul açıldığında bu cırtlak yeşil pantolonla önünde gezinmeliyim.

Nihayet Haydarpaşa istasyonuna vardık. Hava çok güzel. Vapur da yolcularını boşaltıyor. Birazdan vapurun yanında bir yer bulma koşturmacası başlayacak.

Vapurda en sevdiğim şey sigara içmek. Aslında normalde ağzıma koymadığım bu şeyi ki aslında yine de beceremiyorum ama nasıl oluyorsa vapurda içmeyi çok seviyorum. Heralde vapurda büyük keyifle sigara içen insanları izleyip özenmekle başladı. Şimdi düzgün görünümlü bir insandan bir sigara rica etmem gerekecek. Eee herkes sigara içer her iki yanımdakilerde de tık yok. Bir süre bekledim. Tam eyvah diyecekken sağımdaki yaşlı adamın gömlek cebindeki paketi farkettim. Ama içmiyor. Benim gibi utangaç insanlar için ne büyük bir sıkıntı tanımadığın insandan sigara istemek. Üstelik adam içmiyor, resmen röntgenlediğimi düşünecek. Biraz fazla gözümü dikmiş olmalıyım ki adam "Bir şey mi vardı?" deyiverdi. Kıpkırmızı suratla "Sigaranız var mı?" diyebildim ama demedim aslında, resmen viyakladım. Adam paketi çıkardı ve uzattı. "Ama son sigaranız alamam" dedim. Adam "Tiryakinin son sigarası alınmaz ama sen al. Umarım senin de son sigaran olur. Daha çok gençsin. Biz yaptık bi hata sen yapma evladım." dedi. Teşekkür ettim. "Sadece vapurda içiyorum" desem mi diye düşündüm ama sonra vazgeçip manzarayı izlemeye koyuldum.

Eminönüne vardığımızda ne sigara keyfi, ne manzara, ne de hayaller kalmıştı geriye. Saat 12'de Taksimde arkadaşlarla buluşacağımız için daha çok vaktim vardı. Acaba Eminönün'den taksime yürüsem mi diye düşündüm. Hem bir otobüs bileti parası cebimde kalacaktı. Maalesef bu fikir mantıklı geldi ve Taksime vardığımda yorgun, susuz, mutsuz bir insandım.

Etrafı dolaştım. İstiklalde yürüdüm bir aşağı bir yukarı. Burada her tipten insan vardı. En çok bunu seviyordum. Belki cıvık cıvık insan kaynıyor ama o kadar değişikler ki. Birbirinden farklı bir sürü insan. Onlara bakıp şimdi nasıl biri olduğumu ilerde nasıl biri olacağımı filan düşünüyordum. Ne bileyim şu bayan mesela. Takım elbisesi çok güzel. Belki güzel bir işim olacak. Ben de takımlarımı giyicem. Saçlarımı röfle yaptırıp küt kestiricem. Of büyümek istiyorum. Burak'la birlikte ama.

Biraz mağazalara biraz kitapçılara bakındım. Param olsaydı şu aptal pantolonu atıp yenisini alabilirdim. Nihayet buluşma saatimiz yaklaştı. Yavaş yavaş her zaman gittiğimiz pasajın içindeki bahçeli kafeye doğru yöneldim.

Kızlardan hiçbiri daha gelmemişti. Saatlerdir boş boş oyalanıyordum ve hepsi birden geç kalmıştı. Gölgelik bir yerde oturmuş geçtiğim derslerin notlarını karıştırırken "Ayşeeen" sesiyle irkildim. Ah kızlar hep beraber gelmişlerdi. "merhabaa. a siz buluşup mu geldiniz?" diye sordum. En hoppidi arkadaşım Nazlı "eee sana en uygun hediyeyi almak için organize olduk bira. Kusura bakma ondan geç kaldık". "Ne hediyesi?" dedim. "Unuttuk mu sandın? Bu gün 16 Ağustos iyi ki doğdun canım". "Ben bile unutmuştum, aa bi de hediye mi aldınız?". Aslında doğumgünüm aklımdaydı ama böyle bir şey yapacaklarını tahmin etmediğimden ağzımda öyle çıkıvermişti. "İnanmıyorum ne güzel bir pantolon bu". Bana pantolon almışlardı. Bu gün inanılmaz şanslıyım diye düşündüm. Gülriz "İstersen hemen dene olmadı geri götürürüz" dedi. Koşarak tuvalete gittim. Üzerime tam oturdu pantolon ve nihayet yeşil pantolondan kurtuldum.

Çok keyifli bir gün geçirdik. Sosyalleşebilmemin tek sebebinin inekliğim olmadığına ikna bile oldum. Nazlı "Biraz daha kal gezeriz, akşam bizde kalırsın" dedi ama bizim evde kurallar pek öyle işlemiyordu ve herkes bunu biliyordu. Arkadaşlarıma veda ettim. Direk otobüs durağına yöneldim.

Dönüş yolu gidiş kadar keyifli değildi. Eğer zorunluluktan dolayı gitmemişseniz hiçbir zaman değildir.Üstelik ayaklarım iyice şiş. "Keşke bir de ayakkabı alsalardı" diye şımardım kendi kendime.

Eve vardığımda annem sofrayı çoktan kurmuştu. "Ah be kızım bi de babandan geç gelseydin eve" diye kısa bir kalaylama operasyonundan sonra beni kendi halime bıraktı. Kardeşimle birlikte kaldığımız odaya yöneldim. Kardeşim walkman vukuatı yüzünden cezalıydı ve onunla konuşmuyordum. Kapıyı da çalmadan içeri daldım. İçeri girmemle basket topunu kafama fırlatması bir oldu. "Kapı da çalınmıyor artık heralde oh prensese bak sen" diye bağrındı. Aslında o topu onun kafasında paralardım ama babamın "Aaayşeen al kızım şu paketleri elimden" diye seslenmesi olası bir aile faciasını engelledi.

Akşam yemeğinden sonra geçirdiğim günün tüm yorgunluğunu iyiden iyiye hissetmeye başladım. Biraz karpuz biraz televizyon derken herkese "iyi geceler" deyip yatağıma uzandım.

Yerin altından gelen inanılmaz bir gürültü ve yatağımın yerinden zıplaması ile uyandım. Bir anda sanki yeryüzü gökyüzüne fırlamış, gökyüzü tepemize düşmüştü.

Ne olduğunu anlayamadan ağzım burnum tozla dolmuştu. Vücudumu kıpırdatamadığım gibi kafamı da sağa sola çeviremiyordum. "Mustafaa" diye kısık bir sesle seslendim. Ses yoktu. Mustafa değil ama birileri çığlık atıyordu. Bağırıyordu. Ne dedikleri anlaşılamıyordu. Ama Mustafa ranzanın alt kısmında yatıyor olmalıydı. Ranzanın alt kısmı neredeydi? Mustafa neredeydi?

Boğuk seslerden birinin babam olduğunu anladım "Çocuklaar iyi misiniz?" diye sesleniyordu. "Babaaa" diye bağırmaya çalıştım. Çok kötü bir şeyler olmuştu. Bunlar kabus olmalı diye düşündüm. Babam "Çocuklar deprem oldu korkmayııın" diye bağırdı. Korkuyordum. Mustafa niye babama ve bana cevap vermedi. Annem neden seslenmiyor. Korkuyorum. Babama bir şeyler söylemek istiyorum. Halim yok. Bu gün çok gezdim ondan diyorum. Bu belki kabustur diyorum. Yavaş yavaş hissizlik başlıyor her yerimde. Üşüyorum. Gözlerim kapanıyor. Düşüyorum.

voolaaaaree



Domenico Modugno. Uçmaktan bahsediyor. Uçmak ve şarkı söylemek. O gece o salonda olmak lazımmış. Yani ben eğer bir şey kaçırdıysam şu dünyada şöyle bir şeyi kaçırmışım misal. Ve kaçan balık da gerçekten büyük gibi duruyor. Vooolaaaareee hohooo cantaaaree ohohohooo...

9 Ağustos 2007 Perşembe

Tek maskem yüzümdür







-Lütfen bu saatte kapımı çalmayın kaç kere söyledim.

-Ama servise çıkıyoruz bu saatte. Daha önce sabahları gazete istediğinizi söylemiştiniz.

-Sence o aptal haberler ilgimi çeker mi?

-Hanfendi ben sizi anlamıyorum. Her sabah ya kapınızı çalmadığım için ya da çaldığım için tartışıyoruz. Yönetici sizinle konuşmadı mı? Bıktım artık.

-Yöneticiyi görürsem asıl benim konuşacaklarım var onunla.

-Kimse sizinle konuşmaz bence.

-Ne demek bu?

-Hanfendi siz kafayı üşütmüşsüzünüz.



Her deli gibi deli olduğundan bahsedilmesi canını sıktı ve kapıcının sepetini kafasına geçirip kapıyı küfürler ederek kapadı. Hızla mutfağa yöneldi. Kupanın yarısını nescafe ve şekerle doldurup su dolu çaydanlığı çakmakla yaktığı ocağa koydu. Sonra deli gibi sigara paketini aramaya başladı. Evet her zaman ki gibi ekmeklikte duruyordu. Asla ekmek yemeyen birinin şirin gözüküyor diye ekmek dolabı alması ancak bu şekilde kamufle edilebilirdi. İşlevi yoksa alternatif görev edindir. Bir sigara aldı ve ocaktan yaktı.



Pencereye yöneldi. Cam kenarındaki menekşeleri de en az onun kadar sıkıntılı gibiydi. "Ben sizi moralimi bozun diye mi yetiştiriyorum?" diye bağırıp saksıları camdan aşağı fırlatmaya başladı. Saksılar bitince sigarasını da o sinirle fırlattı.

Sokaktaki çocuklarla göz göze geldi. Yine alaycı gülüşmelerle birbirlerine işaret ediyorlardı penceresini. Çocuklardan nefret ediyordu. Daha önce pek çok kez üzerlerine kaynamış su dökmeye çalışmıştı. Ve hemen her seferinde de şikayet edilmiş ama evin kendi üzerine olması ve karakolda ani ruh değişiklikleri gösterip kasıtlı yapmadığını anlatması yüzünden başı derde girmemişti. Gerçi bir kaç şikayetçi anne tarafından yolunmaya çalışılmıştı ama neyse ki her zaman ince çelik topuklular giyiyordu. Ona göre ayakkabılar bir kadının en güvenilir silahıydı.



Suratsız menekşelerden de kurtulduğuna göre artık biraz kendiyle ilgilenebilirdi. Müzik evet önce müzik. Fonda her sabah ki gibi Edit Piaf "Padam, padam, padam" diye bağırmaya başladı. İtinayla oje kutusundan oje seçmeye koyuldu. Ojelerin hepsi kan kırmızısı rengindeydi. Kimi pastel kimi sedefli ama hepsi aynı renk.Pek çoğunun tonlarını bile ancak kendisi ayırdedebilirdi. Eğer fark varsa elbet. Bir yandan oje sürüyor bir yandan Edit'e eşlik ediyordu "Padam, padam, padam". Bir anda neşelenmişti. Neşelenmemek için hiç bir sebep göremiyordu.



Ojeler kuruduktan sonra yatak odasına geçti. Elbise dolabını karıştırmaya başladı. Bütün elbiseleri yatağının üzerine ve yerlere yerleştirdi. Çok önemli bir buluşmaya gidecekmiş gibi kararsız bir o kadar özenliydi. Sonunda siyah, dar ve topuklarına kadar uzun, derin bacak yırtmaçlı, fileli askıları olan elbisesinde karar kıldı. Fileli çorapları da harika olacaktı. En son kırmızı ipekli şalını omzuna geçrimişti ki evde iğrenç bir koku olduğunu farketti. Bir şeyler yanıyor olmalıydı. "Ah yine mi unuttum çaydanlığı" diyerek mutfağa koştu. Ocağı kapattı. Mutfağın tavanı bu unutmalar yüzünden çoktan yıldızsız bir gökyüzüne benzemişti. Neyse ki perde asmayı da bırakalı epey olmuştu. Zira bir de perde söndürmekle uğraşamazdı. Sonunda hazırladığı kupaya soğuk su ve biraz da süt ekledi. Nasılsa asla içmiyordu. Kahve cildi bozar ve yaşlı gösterirdi.



Aniden hızla telefona yöneldi.



-Alo Turgut Bey yerinde mi?

-Kim arıyor hanımefendi?

-Biliyorsunuz kim olduğumu.

-Müşteriyle yemeğe çıktı.

-Biliyorum yerinde. Birazdan gelip orayı kafasına indireceğimi söyle.



Telefonu kapattı. Tam da sakinleşmişken ne çeşit bir terbiyesizlikti bu. Bir güne de neşeyle başlayamaz mıydı? Hep o kapıcı yüzündendi zaten. "Kapıcıyı öldürmem lazım" diye içinden geçirdi.

Salondaki aynalı vitrinin önündeki kapağı açtı. İçinde minik bir bar vardı. Evet viski belki sinirini biraz olsun yatıştırabilirdi. Nerde benim sigara paketim diye homurdanarak ekmek dolabına doğru yöneldi. Her zamanki gibi kendi kendine söylenmeye başladı. "Turgut bana bunu yapmayacaktın. Böyle büyük bir aşk nasıl biter. Kahrolası orospu Nurten. Ah o kadını ilk gördüğüm gün öldürmeliydim. Beni aşkımdan mahrum etti. Beni bu evde tek başına çürümeye mahkum etti" dedikten sonra kadehi yere fırlattı.

Cam kırıkları halıya saçılmıştı. Sanki dünyanın en güzel mücevherleri gibi ışıldıyorlardı gözlerinin önünde. Dizlerinin üzerine çöktü. Pencereden sızan güneş ışığı ne güzel oyunlar oynuyordu bu gerdanlık, küpeler ve bilezikle. Özellikle şu bilezik. Tam da onun gibi asil bir kadın için yapılmıştı. Bileziği sağ bileğine geçirdi. Kolunu omzuna götürdü. Vitrin aynasında kendine baktı. "Ah evet çok yakıştı. Benim için yapılmış gibi" . "Şimdi biraz uzanıp dinleneyim" diye düşündü. Stres çabuk yaşlandırır insanları diyordu uzmanlar. Koltuğa uzandı.

Bir süre sonra gözlerini belli belirsiz aralamak zorunda kaldı. Zira evde inanılmaz gürültüler vardı. Gözleri o çok sevdiği kahverengi gözlerle buluştu bir anda. "Turgut bak bileziğime" diye fısıldayabildi ancak. Bileğinden akan kanlar çoktan küçük bir göl olmuştu salonda. Sağlık görevlileri ilk müdahelelerini yaparken "Turgut sakın beni terketme, ölürüm yoksa" dedi son söz olarak. Artık salonda küçük kırmızı bir göl, bir de Turgut'un "özür dilerim anne" haykırışları vardı.

7 Ağustos 2007 Salı

Alice doesn't live here anymore




Sene 1974. Martin Scorsese, Ellen Burstyn ile işbirliği yapıp harika bir film çekmiş. Yani bana öyle geldi. Kime nasıl gelir bilemem.

Her şeyden önce film 74 yılında çekilmiş gibi değil. Dİğer Scorsese filmleri gibi yılını göstermiyor. Adam ne yapmış etmiş. Nasıl bir teknik, bakış açısı yakalamış anlamıyorum.

Ellen Burstyn her zaman ki gibi "oyuncuyum" diyen zilyon kişiye işini bıraktıracak kadar mükemmel bir performans sergiliyor.

Filmin diyalogları süper ötesi ki "ben sevmem diyalog, atraksiyon lazım bana" diyenlere göre bir film değil diyeyim. Çünkü atraksiyonu bol bir film değil. Hikaye son derece sade. Ama oyunculuklar ve diyaloglar zaman kavramınızı yitirtecek kadar akıcı bir hayat dilimi ikram ediyor size.

Ben ki amerikanın bush'unun memleketindekiler gibi kasabaların hikayelerinden ve insanlarından, onların müziklerinden hiç hazetmem, ilk defa kendilerini gayet sempatik buldum ve de izlemeye doyamadım.

Çocuk oyuncular konusunda da çığır açan bir yapıt olmuş. Zira bu filmden 2 yıl sonra bu çocuklardan biri amerikanın gündemine lönk diye oturan vukuatlara sebebiyet vermiş. Evet Jodie Foster da filmde ve ama o nasıl oyunculuk, o nasıl tipleme. Bu kadın insan mı? messenger mı? hiç anlayamadım gitti.

Evet Alice Hyatt isimli sıradışı sıradan kadının hayatında neler olmuş merak ediyorsanız şöyle bir izleyin derim. Bu bir kadın filmi yalnız. Onu da diyeyim.

http://www.imdb.com/title/tt0071115/

1 Ağustos 2007 Çarşamba

Gel Gel Ne Olursan Ol Yine de Gel



"Gel gel, ne olursan ol yine de gel". Böyle de bi laf üretilmiş vakt-i zamanında. Pek bir makbul kabul edilir. Bana gelmeyin kardeşim! Ben sevmem öyle her çeşit insanı. Döverim.

Geçmişe dönüp bakınca pek bir şey göremeyenlerden misiniz bilemem ama ben öyleyim. Her şey bir anda olup bitmiş gibi. Ne üdüğü belirsiz insanlar canınızı sıksa da o sıkıntı zamanı uzatamamış. Yani öyleymiş gibi hissettirememiş. Sanki çok mutluymuşsunuz gibi bir anda yitip gitmiş zaman. Einstein yanılmış. En azından benim dünyamda işlememiş teorisi. O benim dünyaaaam. Ehm neyse.

Zamanın geçtiğini ne o punk 80'lerin modasından, ne yıllıklardan, ne fotoğraf albümümden anlayamıyorum. Hatta ayna bile bir şey söylemiyor bana bu konuda. Ben zaten suratıma da pek dikkatli bakmıyorum sanırım. Alnımın geniş olduğunu farketmem lisede otoportre çizdirmelerine denk gelir. "Bu kim?" diye fotoğrafımı gösterseler "tanımıyorum" diyebilirim. Belki de benden kaynaklanıyor yani.

Sadece müzik biraz kıllandırıyor beni. Bir şarkı dinliyorum ve uzun süredir dinlemediğimi farkediyorum. Uzun süredir yemek yemediğini farkedip akşam olduğunu anlamak gibi. Evet müzik ruhun gıdasıymış. Bu laf olmuş. Diğerleri olmamış.

Her ne olursa olsun geleni kabul etmek belki de hoyratça savuruyor insanı o yana bu yana gibime geliyor. Yani biz de yaptık gelenek-görenek, kalp temizliği, vicdan rahatlığı, sempati-empati kirliliği adına bu hataları. Ne oldu? Hiiiç. Mesele de bu zaten.

Sonra dönüp bakınca geriye, tıpkı trafik kazasının şokunu atlatamayan ve sorulduğunda "bilmiyorum, küt diye bir ses duydum sonrasını hatırlamıyorum" dersin. Evet kıçına şaplak attılar. Sonrası flu.

İşte o yüzden her kim olursa olsun gelmesinler hayatınıza ki size de gelenler gelmesin. Filtre kesin çözüm. Belki korkaklık, belki müşkülpesentlik, belki arızalık bir durum bu. Olsun. Yeter ki içerdeki hava temiz kalsın. Susuzluk pek çok şey, nefes almak her şeydir.

"hush little baby, don't say a word
and never mind that noise you heard
it's just the beasts under your bed
in your closet, in your head"

25 Temmuz 2007 Çarşamba

Dolce Far Niente




Efenim yukarıda görmüş olduğunuz eser John William Waterhouse'un. Şahsımın hayata bakış açısını yansıtmakta.Görüldüğü üzre bakış açım 180 derece.

Kimseler değerimi bilmedi, şımartmadı bu aralar -ki genelde de hep böyle zati- diye oturup kendimi şımartmak amacıyla yazı yazmaya karar verdim. Sonra kendini beğenmiş filan diyecekler yine. E güzelim sen kıymetimi bilmezsen ben sahip çıkarım elbet kendime.

Benim cici mariadebonne'um genelde böyle malak gibi serer. Arada bir kafayı kaldırıp söylenir sonra yine kendi alemine dalar. Aslında ideal insan olmamdaki en önemli hususlardan biri de bu zannedersem. Kendi kendi oyun oynayan çocuk mizacı var bende.

Bazen pencereden bakınca açıkçası anlamlandıramıyorum olan biteni. Yani evet şundan bu oldu, ondan bu oldu peki hani bunun çıkış noktası diyorum kendi kendime. Sonra dönüyorum yine kendi halime. Sokakta top kavgası söz konusu olduğunda "yeterin ulen başım şişti" diye bağıran ve alayına fırça çeken yapım bundandır. Mahalleye pencereden bakıp, aşağı inmeyen çocuk psikolojisi. Velhasıl elbet her şeye kuşbakışı baksanız da aşağıya inince kendini şaşırmak mümkün. Zira futbol maçını televizyondan izlemekle sahaya inip penaltı atmak aynı şeyler değil. Ama ben her şeye rağmen o penaltıyı da gole çeviren bir insanım. Bravo maria'cım hep böyle kal.

Sonra misal engellenemez bir doğa sevgim var. Akreplerden tırtıllara. Yani insan sanki labda üretilmiş gibi bilemiyorum. Pek uymuyor doğaya. Meşe ağacı olmak isterdim ben ya da ceviz. Gülhane parkı şart değil. İklim uygun olsun yeter.

40 derece sıcakta Sibirya köpekleri dilleri dışarda dolaşıyor. Bir de ona kızıyorum. Bencil olan her insana var bir kastım. Benim bencilliğim de bu insanları asla ve kata hoşgörmeyip, ısrarla gidip canlarını sıkmakta. Görüldüğü üzre kendimde beğenmediğim noktalar bile beni mükemmelliğe yakınsıyor.

Aslında yazacak daha çok şey var ama gerek yok. Şımardım yeterince. Neyse. Uyuyalım bakalım. Bu mükemmel gözler de dinlenmeli biraz. Baaaş baş.

24 Temmuz 2007 Salı

Ben işemedim miki işedi







Seçim sonrası alınan sonuçlar doğrultusunda sonuçtan memnun olmayan cenah ihaleyi ona buna dağıtmaya başladı. Tabii her zaman olduğu gibi başta Deniz Baykal olmak üzere sırasıyla Ahmet Necdet Sezer akabinde Yaşar Büyükanıt ve son olarak Anayasa Mahkemesinin işte o üyeleri. Hatta Kanaltürk'e kadar geldi dayandı suçlamalar.

Yahu bu millet harbi cozutmuş diyorum sonra dönüp "yok öyle bir şey sensin cozutuk" filan diyorlar neremle güleceğime şaşırıyorum.

Efenim bu sayılan kişi ve kuruluşların konuyla en ufak bir alakası varsa ben de deli dumrul'um kabul.

Güzel yavrum senin halkın bu işte. Bu kadar. Bu adamlar hangi politikayı gütse, her ne yaparsa yapsa bu değişmez. Hatta bu adamlar milletin tatilden dönüp koşa koşa oy atmasını sağlamak suretiyle senin seçim sonrasında suratının alacağı şekli bile bir nebze düzeltmiştir emin ol.

Halk demokrasi dersi vermişmiş. Halk orduya muhtıra vermişmiş. He canım senin halkın öyle bilinçli bir halk ki demokrasi kültürü o denli gelişmiş ki zamanında kendi seçtiği adamı alaşağı eden cuntaya %92 evet demiş bir halk. Ha değişmedi ve gelişti halkım diyorsun muhtemel. Evet anket yap yüzde bilmemkaçı amerikan düşmanı, seçim sonuçlarına bak %46.6'sı amerikan politikası yandaşı. Ha bunları bilinçli mi yapıyorlar sanıyorsun. Emin ol kendinde değiller. Bilinç filan ohooo nerde o günler.

Böyle bir oluş biçimine bizi getiren hususlar elbet pek çok kişiye ihale edilebilir. Ama gelinen nokta öyle bir nokta ki dönülmez akşamın ufku gibi. Kapkara günlere doğru yol açıyoruz fora yelken.

Bakınız "laik azınlık" diye bir kavram bile uyduruverdiler. Laiklik devletin temel ilkesiyken, her din ve görüşe saygıyı temel almışken ne güzel bir gelişme değil mi? akp'ye oy veren şeriatçı oldu birden. Böyük işadamlarımızdan yuppielere kadar yapıştırdı elin gavuru etiketi. O etikete layık olmanız beklenecek sizden de uzun vadede. Ah kömür ve bir altından daha pahallıya sattı diye kendini değerli zannedenler. Sizlerin vebali onlardan daha beter. Merak etmeyin gün gelir ödersiniz.

Ordu başrolde deniyor. Valla Büyükanıt duygusal adam ben size söyleyeyim. Sizin tehdit dediğiniz uyarıdır anam. "Böyle gidersen varacağın nokta budur, beni bunu yapmaya zorlama"dır. Sonra küt yapsalar yapacaklarını "ama niye yaa noldiki şimdi" deme diye.

Ve sağolsun Bülent Arınç gibi yangına körükle gidenler olduğu sürece, geçmişten dersler almak yerine yerdeki gölgesine bakıp kendini iki metre boyunda sananlar olduğu sürece bu talihsiz gelişmeler her daim olacaktır. Bu işlerin çağı değil filan demeyin. Vahşi ve ilkel bir çağda yaşadığımızı ipod'lara bakınca unutuyorsunuz. Biraz kaldırın kafanızı. Ateşin ortasında kalmış akrepler gibisiniz.

Velhasıl ona buna ihaleyi kesmeden önce insanımızın ne denli geri kalmış, bilinçsiz, umarsız, bencil olduğunun nedenlerini sorgulayın. Bu sadece politika ile alakalıdır. Ama bu politikaları kimler uyguladı ona bir bakın. Demokrasimizin yıldızları kuşkusuz size yol gösterecektir.

Bu gün ordunun da sorgulaması gereken zamanında komünizm yükselişe geçmesin diye yapılan uygulamaların ne şekilde sonuçlara sebep olduğunun hatırlanmasıdır. Oturup pirincin taşını ayıklarken bunları düşünsünler bir.

Deniz Baykal her zamanki dürüst, temiz, inatçı politikacıydı. Ona buna ne kendini ne fikirlerini peşkeş çekti. Doğru ya da yanlış bildiği yolda ilerledi. Memleketimiz böyle adamlara hazır değil. Memleket masala doymamış daha. Ninniler istiyorlar. Ninni söylesin ya da çeksin gitsin diyenler ezberden konuştuklarının bile farkında değiller. Yazık. Hatta dün bir yerlerde okudum efendim geçtiğimiz dönem RTE'nin meclise girmesine kolaylık sağlamış. Bu gün bunlar tabi olurmuş. Adam ne yapsın, sanki tekrar gündeme gelmeyecekti. Şiir okudu diye hapse attılar adamı efsane oldu, peygamber mi ilan ettirtecekti adamı. Yazık bu kafalarla daha çok saçmalarsınız.

Ahmet Necdet Sezer içinse diyeceğim şudur, bu ülkede adam gibi adam olmanın ne denli değersiz bir şey olduğunu, disiplinin, ilkelere bağlılığın alay konusu bile yapıldığını alenen ispatlattı. O ilkeler senin olmasa bile sen mahalle kahvesinde apışarasını kaşıyarak ana avrat küfreden tipleri yeğ tutsan da bu adama yine bile biraz insanlıktan anlasan saygı duyardın. Ama insan olmak birincil şart elbet.

Gelelim Anayasa mahkemesinin o üyelerine. Anayasa mahkemesinin kararları sorgulanabilir. Kanundaki bu şartı bir kişisinin bireysel insiyatifiyle cumhurbaşkanı seçmesini engellemek için kullanmış olabilirler. Lakin ben şahsen o kişinin kafasına göre adam atar gibi cumhurbaşkanı seçmesini hiç demokratik bulmuyorum. Hele seçemeyince demokratik haklarımız elimizden alındı diye ağlamalarını ise hiç ama hiç samimi bulmuyorum. Darbeye bir adım daha yaklaşmak yerine bu uyarıyı dikkate alırlarsa yerinde olur. Zira bakınız daha önceki görüşlerim.

Evet bir de Kanaltürk ve Tuncay Özkan mevzusu var. Yahu memlekette muhalefet yapan yayın organı mı kalmıştı. Yani geniş kitlelere ulaşan demek istediğim. Yoksa her daim muhalif yayın yapan kuruluşlar vardır. Televizyonda bu kanalı gördüğünüzde şaşırmadınız mı? Herkes ağızbirliği etmiş koro gibi aynı şeyleri söylerken farklı şeyler söylediler. Her kesimden insanı konuk ettiler. Ayse Tükrükçü konuklarıydı bu gün. Kimse samimiyetle bu insanı bir yerde çıkarıp istediği gibi konuşturdu mu? Onlar için enteresan bir haberdi, burada görüşlerine saygı duyuldu. Tüm partilerin görüşlerine yer verildi. Akp vs. herkesin dile getirdikleri ekrana taşındı. Ve evet alenen muhalefet yaptılar. Tek başlarına. O da mı çok geldi anlamadım. Hırçınlık mı yaptılar. A kusura bakmayın kuzularla kuzu olacaklardı doğru. İsyan edilecek, işaret edilecek hiçbir şey yok ülkemizde. Her şey güllük gülistanlık.

Velhasıl ulusalcı pek çok kişi ve kuruluşu övdürdünüz bana. Bu vesileyle demek istediğim şudur ki siz bu kafayla suçu hep ona buna atarken bu kadar hedef şaşırırsanız nereye varırsınız bilemem ama namazdı niyazdı tesettürdü her bir konuya vakıf olmaya çalışın. Zira yakında ne iş ne eş bulacaksınız böyle giderseniz.

22 Temmuz 2007 Pazar

T for Türkiye


2007 genel seçim eziyeti öyle veya böyle ha bitti ha bitecek. Ama daha durun asıl çile şimdi başlıyor.

Efenim malumunuz bizler enteresan bir ülkede yaşıyoruz. Bir o yana bir bu yana döne döne dağdan gelen insanlarla dolu bir ülke burası.

Zamanında Adnan Menderes'in de yoluna taş konmuştu lakin kendisi yapılan seçimlerle çok daha güçlü bir biçimde döndü geldi yine iktidar oldu. Sonrası da malum. Adam asıldı millet oturdu izledi.

Bu sefer böyle olmaz. Bu sefer çok daha işgal edilmiş bir ülkede yaşıyoruz. Bu sefer dünya çok büyük bir krizin içinde. Bu sefer dayatılan dikta çok daha güçlü ve halk çok daha uykulu.

Bu sefer birbirimize gireceğiz. Ve dayatılanlara karşı çıkanların sayısı çok daha az. Ama burası Türkiye. Burada her an her şey olabilir.

"Sus ve itaat et" her zaman çoğunluğun itibar ettiği bir şeydi. Ama her devrin de asileri az değildi.

Bu devir böyle bir devir. Memlekete asi lazım. Ha öyle veya böyle zaten ortadoğu batağına çekileceğiz. Lakin bari havamız olsun.

İhtiyacımız olan tek şey bir kaç yaramaz çocuk.

17 Temmuz 2007 Salı

a good year



"A good year" şahsi kanaatimce izlenmesi gereken filmlerdendir. Şarap da içilmesi gereken içkilerdendir.

Her geçen gün "abi organik tarımla uğraşacam ben, gidecem buralardan" diyen insan sayısı artmakta. Neden? Alenen mutsusuz. Doğaya kaçmak bir nevi ana rahmine dönmek istiyoruz. Gerçi yakında doğa diye bir şey de kalmayacak böyle giderse.

İşte bu film bu kaçış isteğini daha da güçlendirecek bir film.

Film romantik komedi diye kategorize edilebilecek, hafif bir film. Ama verdiği huzur da bu sadelikten sanırım.

Fransa'nın güzel manzaraları, çılgın insanları ve güzel müzikler. Sanırım filmin en büyük kozları bunlar. Tabi oyunculuklar da göz ardı edilmemeli.

Ben filmin detaylarından çok bahsetmek istemiyorum. Ama pek çok kişinin kendini çayıra bayıra salıp şarap içmek isteyeceğinden eminim.

Onun haricinde kurgusu ve geçmişe dönüşler, en sağlam anılarımızın çocukluk anılarımız olmasına vurgular çok güzel.

Üzüm bağlarının ortasında bahçeli bir evde yaşasam, fransa'da veya ülkemde farketmez, bir de dedem ziyaretime gelse elinde o eski tahtadan satranç takımımız, abimle bana yine satranç öğretse. Nebleyim güzel olurdu.

http://www.agoodyeardvd.com/

26 Haziran 2007 Salı

satıyoruuum sat tım



Kadın kız piyasası her daim hareketliydi. Büyükbaş hayvanlar, altınlar, paralar hep el değiştirdi zamanında. Dedik cahillik dedik kendini bilmezlik. Lakin şimdi bakıyoruz da bu işte çok para var hacım. Bildiğin gibi değil.

En son duyduk ki yukarıda resmini görmüş olduğunuz vücudu ve de endamıyla pekçene meşhur Adriana Lima ablamız Liechtenstein prensiyle özel bir anlaşma ile evlenecekmiş. Boşanınca adamın servetinden pay kapamayacak lakin evli kaldığı her ay için 1 melyon dolar parayı cukkalayacakmış. Umarız evlendiği ayın son gününe denk gelecek şekilde boşanmazlar. Zira biliyorsunuz kendisi koyu katolik ve evet veeee bakireee. Oleeeey. Britney bedavaya gittiydi yazık. Ha bir de saat ücretle çalışıyor olabilir ama bir daha aynı fiyata gider mi bilemiyorum.

Zaten bir geceliği 1 milyon dolar olan ahlaksız teklifli filmin Demi Moore'u yıllar önce bu yüksek fiyat olayının önünü açmıştı sanırsam. Misal Catherine Zeta Jones da eşi kendini aldatırsa zilyon dolarlık tazminat alcekmiş. Gerçi kendi aldattı diyorlar ama neyse.

Bizim dizilerde de çıta epey yüksek. Geceliği 250bin dolardan peçe açması 1 milyon dolara kadar değişiyor fiyatlar.

Ulen bizim yüzümüzün nesi var? Ne yani çocuk yaştan babamız suratımızı paketlemediyse yüz görümlüğümüz olmayacak mı? Değişik açılardan göstercem ben belki, ışık oynatçam yüzümde. Ayrıca o kızın köyünde niye çıkmaz bi adam da, açıp kızın yüzünü "eheheh gördüm kiii gördüm kiii" demez.

Velhasıl anacım sözüm erkeklere. Başlık parası yine in. Hadi gari pamuk eller cebe.

16 Haziran 2007 Cumartesi

ideal sevgililer




Herkesin ideali bir değişik derler. Misal kimisi sevilmeyi ister, kimisi sevmeyi tercih edermiş. İdeali her ikisinin de olması aslında. Demek ki ideal diye bir şey var. Bu muhteşem bilimsel ispatımın ardındandan gelelim diğer idealliklere.

İdeal sevgili özel veya önemli bir gün olmadığı halde onu mutlu etmek, şaşırtmak için sevgilisine akordiyon hediye eden erkektir.

İdeal sevgili, sevgilisine "ben akordiyonu değil piyanoyu tercih ederdim" diyecek kadar aralarındaki iletişime güvenen, arzusunu dile getirmenin şımarıklık olarak değerlendirilmeyeceğini bilen kadındır.

İdeal sevgili, sevgilisini hayal kırıklığına uğratmayan ve "tamam o zaman hangi piyano?" diyen erkektir.

İdeal sevgili, aklındaki piyanonun nerden alınacağını sevgilisine söyledikten sonra mutluluğunu ona mantı açarak göstermeye çalışan kadındır.

İdeal sevgili, mantıyı yedikten sonra teşekkür eden ve "seni şimdi ve binlerce kez öperdim ama sarımsak kokuyor ağzım" diyen düşünceli erkektir.

İdeal sevgili, "sarımsağı da seni de çok seviyorum" diyendir. Ve hemen eve gelen piyanonun başına geçip sevgilisine şarkı besteleyen kadındır.

İdeal sevgili, piyano sesinden rahatsız olup kapıya dayanan komşulara "sizin için üzgünüm, umarım bir gün aşk sizin de kapınızı çalar" diyen erkektir.

Buradaki kadın ve erkeğin yerine gay olsanız da kendinizi koyabiliyorsanız, "akordion mu? ne alaka?" demiyorsanız, sizler de ideal sevgili olabilirsiniz. Böyle olun ki sabah akşam kavga edip komşularınızı delirtmeyin. Son derece asabi komşularınız var. Bir gün kapınızı çalabilirler. Kapıyı açtığınızda ağızlarının payını vermek istiyorsanız, lütfen bi rahat durun. Bi birbirinizi sevin.Ve hayır. Şıpsevdi sakızlarının ambalajındaki yazıları ben yazmıyorum.

11 Haziran 2007 Pazartesi

Orada olduğuma eminim



94 yazı benim için tam bir cennet havasında geçmişti. Her şey hep istediğim gibi yolunda gitmişti. Daha önce hiç olmadığım kadar umarsızdım ve muhteşem mavilikte denizin, çılgın barların tadını sonuna kadar çıkarmıştım.Bu umarsızlık üniversite son sınıfın da gelip geçmiş olması ve eğitim denen işkencenin neredeyse bitmiş olmasından kaynaklanmaktaydı. Neredeyse bitmişti çünkü bir sürü dersten bütünlemeye kalmıştım.

Bütünleme tarihlerinin olduğu listeye ulaşmak bile bir işkence gibiydi. Okula gidecek, tarihleri öğrenecek, eksik notları fotokopiciden toplayacak eve dönecektim. Bu kadar güzel bir tatilden sonra başa gelen en kötü şey bu olsa gerek diye düşünüyordum.

Hava o kadar güzeldi ki önce sultanahmet’te her zaman gittiğim köftecide normalde sevmediğim piyazı bile lüplettim, sonra nargilecide bir süre takıldım. Sigaram, türk kahvem, elmalı nargilemle epey güzel vakit geçirdim . Kapalıçarşı’da gezinip sahaflara dahi uğradım. Hatta bin yıl geçse okumayacağım kitapların önsözlerini, arka kapak yazılarını bir bir inceledim. Ayağım bir türlü aslında gitmem gereken yere gitmek istemiyordu. Oyalanmak için daha ne yapabilirdim bilemiyorum. En son kendimi üniversitenin spor salonunda buldum. Kapısı açıktı belki kafesi de açıktır, iki kahve içer giderim mazeretiyle dalıvermiştim içeri.

Hemen girişteki konferans salonundan epey bir gürültü geliyordu, ama alışılagelmiş mikrofonla bir şeyler anlatma ya da alkışlama sesleri gibi değil de başka türlü sesler. Doğal olarak seslere doğru yöneldim ve evet beklenen sürpriz belirdi. Konferans salonunu kapalı havuz yapmışlardı ve beş altı genç deliler gibi eğleniyordu. Aralarından en güleç olan, uzun boylu, kahverengi dalgalı saçlı, saçlarını tepesine toplayarak şirin gülümsemesini iyice ortaya çıkarmış olan kız bana seslendi. “hey ne duruyorsun orda? Gelsene”. “Mayom yok” dedim. Yani olsa derhal koşarak atlayacağım havuza. Belli ki listeden bir adım daha kaçmak için muhteşem bir fırsat sunulmuş, kaçırmak istemiyorum. Kız tam da böyle söyleyeceğimi tahmin ettiği için olsa gerek taramalı tüfek gibi lafları sıralayıp “soyunma odasındaki mavi adidas çanta benimki, içinde bi sürü mayo var al bi tane” dedi. Açıkçası hiç nazlanmadım. Bir koşuda hedefi buldum, mayolardan birini seçtim ve evet nihayet havuzdaydım.

Kafamda bir sürü soru vardı, bu havuzu hangi ara yaptılar, niye buraya yaptılar, niye bu kadar derin?. Ama yine de tadı damağımda kalan tatilin bir uzatması gibiydi. Ortam neşeliydi. Bana mayosunu veren şirin kız “hangi bölümdensin?” dedi. Ben de “umarım yakında hiçbir bölümden olmayacağım, son sınıftayım, bütünleme tarihlerinin listesini almaya geldim” dedim. Kız “önce finalleri bir açıklasınlar istersen” deyip güldü, diğerleri o kadar gülmedi. Açıkçası o an kızın biraz deli olduğunu ve arkadaşları tarafından idare edildiğini düşünmeye başlayacaktım ama biraz sonra kendimden şüphe edeceğimi bilemezdim tabi.

Epey yorulmuştum, havuzun köşesine gidip kollarımı iki yana açarak kafamı da havuzun köşesine koyarak biraz dinlenmeye çalıştığım sırada sarı kıvırcık saçlı, yeşil gözlü kız yanıma geldi. Ortam çok neşeliydi ama bu kızın gözlerinde garip bir ifade vardı hep. Bana “kızkardeşimi sen de sevdin di mi” dedi. Ben de “evet çok tatlı bir insan” dedim. Tabi aklımda yeni bir senaryo belirdi. Bu kız onun ablası, kız deli. Kızı sosyalleşsin diye okuluna getiriyor, arkadaşlarıyla tanıştırıyor falan filan. Lakin hiç beklemediğim bir şey söyledi. “herkes onu çok severdi”. Konuşma bu noktadan sonra akıl hastanesi bahçesinde geçer gibiydi. “artık sevmiyorlar mı?” dedim. “hayır hala seviyoruz tabi” ama yanındayken farklı, şimdi farklı. “yurtdışına mı gidiyor?” dedim. Artık daha kaç senaryo yazmam gerekiyordu bilemiyorum, bir an önce ne demeye çalıştığını anlamak istiyordum. “hayır o öldü”. Bu sefer isterik bir kahka da ben attım. “Ne yani ben bir ruhun mayosunu mu giyiyorum?”. Hayır seni tanımıyorum, ben ve arkadaşları geçmişe döndük. Onunla güzel bir gün geçirmek istedik. Birden ortaya çıktın, neden buradasın? Artık genetik bir hastalık teşhisi koymak elzem olmuştu. “açıkçası zamanda nasıl geriye döndünüz bunu anlamış değilim, bu bir kamera şakası mı onu da bilemiyorum, ya da takıldığınız şeyden ben de istiyorum mu demeliyim. Üstelik bu sizin geçmişinizse ben şu an gelecekte olmalıyım öyle değil mi?”. Kız bana “aslında zaman diye bir şey yok ama bunlar önemli değil. Biz sadece Arzu’yla biraz daha vakit geçirmek istemiştik. Ama senin de burada olmandan memnunum. Sanırım merak bazen mutlu anların katili oluyor di mi? O yüzden hadi tüm bunları boş verelim” dedi. Ben her şeyi boş vermeye o denli alışıktım ki sadece gülümsedim ve “tamam” dedim. Tabi bir yandan “ya bu manyaklar beni doğrarsa” diye kıllanmadım da değil.

Artık saatler epey ilerlemişti. Kapılar kapanmadan listeme ulaşmam gerekiyordu. İnsanlar da yavaş yavaş duşlarını almış gitmeye hazırlanıyorlardı. Ben de duş alacaktım. Bu sefer havlu dilenmek için yine Arzu’nun yanına yollanmıştım ki soyunma odasının ortasında an itibariyle evde olması gereken kırmızı spor çantamı gördüm. Belki başkasınındır dedim ama açıktı ve içinde havlum, o eşek kadar olan saç fırçam, her zaman kullandığım şampuanım vardı. Tam o sırada Arzu geldi ve ben “bu kimin?” dedim “bilmiyorum” dedi. Ardından da “bak şu dolap açık belki sahibi yeni gelmiştir” . O sırada insanlar vedalaşıp gidiyorlardı. Ben de biraz sonra gideceğimi ve her şey için teşekkür ettiğimi söyledim. O sırada Arzu da odadan çıkmıştı. Merakla kapısı yeni açılmış olan dolaba yöneldim. Ve gözlerime inanamadım. Şu an orda olmaması gereken pek çok özel eşyamla göz göze gelmiştim. Ananemin fotoğrafı, yine onun verdiği üzeri yaldızlı mavi takı kutusu, en sevdiğim küpelerim, battaniyem daha bir sürü eşya, kitap, kaset. O şaşkınlıkla Arzu’ya doğru koştum. Halüsinasyon görmediğimi teyit ettirmek istiyordum. Koridorda, kapının önünde yoktu. Belki havuzdan hevesini hala alamadı bu çocuk kadın deyip havuzun olduğu salona gittim. Arzu havuzun uzak sol köşesinde duvara yaslanmış yerde oturuyordu. Ama o kırmızılıklar kan mıydı anlayamadım. Yanına koştum ve evet daha biraz önce neşe içinde sohbet ettiğim insan kanlar içinde, elleri ve yüzü, vücudu resmen doğranmış bir vaziyette yerdeydi. Belli ki ölmüştü ama ister istemez dürtükledim. İyi misin diye haykırdım ama ses yoktu. Ne yapacağımı şaşırmış bir vaziyette soyunma odasına, dolaba ve çantama yöneldim. Bunu niye yaptığımı bilmiyorum ama zaten soyunma odasında çantamı görmemle gözlerimin kapanması bir oldu.

Gözlerimi açtığımda badanası rutubetten kararmış bir odada buldum kendimi. Solumda fayanslar vardı. Biraz doğrulunca sol tarafımda bir küvetin sağımda ise tıka basa dolu çantamın olduğunu fark ettim. Ayağa kalktığımda inanılmaz derecede çişim gelmişti. Lakin bu banyo görünümlü yerde ne lavabo ne de tuvalet vardı. Küvetin içi leş gibiydi ve kesif bir koku burnumu sızlatıyordu. Küvetteki musluktan su akar mı diye deneme yaptım. Biraz pis bir su aktıktan sonra su temizlendi. Tuvalet olarak küveti kullanmaktan başka bir çarem olmadığını anlamıştım. Tam işim bitmişti ve ben olayları kafamda net olarak hatırlamaya başlamıştım ki içeri iki küçük çocuk girdi. Ellerindeki bir sürü çikolata, şeker, fındık fıstıkla doldurulmuş poşetleri küvetin yanına bıraktılar. Çocuklar gayet Beyaz Türk şımartılmasından muzdarip çocuklar gibi olsa da içinde bulunduğum şartlardan dolayı olsa gerek benim için korkma vesilesiydiler. Neticede bu kadar abur cuburu bir çocuğa hangi sebeple alırlardı. “siz kimsiniz, ne arıyorsunuz burada” dedim. Sanki şirinleri izlermiş gibi bildiğimiz çocuk kahkahalarından attılar. Poşetlerini alıp banyomsu odadan çıktılar. Arkalarında ben de çıktım. Nihayet çantayı filan düşünmüyordum.

Sarı badanalı küçük bir hole çıkmıştım. Sol taraf duvardı. Sağa yöneldim. Gördüğüm kadarıyla kalın perdelerin örtük olduğu ve anca az bir güneş ışığının bu perdeleri geçip içeri girdiği bir salona çıkacaktım. Salona adımımı atmamla inanılmaz bir şaşkınlık daha yaşadım.

İçerde bir sürü insan vardı. Göz kararı en az onbeş. Ancak eskicilerde görebileceğiniz hırpanilikteki tekli ve ikili koltuklarda sessizce oturuyorlardı. Öyle ruhsuzdular ki salona girmiş olmam onlar için hiçbir şey ifade etmemişti. Biri bile dönüp bana bakmadı. Sessizce oradan çıkabileceğimi düşündüm. Şöyle bir göz gezdirdim. Salonun etrafı sarı kalın perdeli pencerelerle kaplıydı. Görünürde kapı yoktu. Çıkış kapısı benim çıkacağım holün hemen solunda olmalıydı. Sessiz adımlara sabrım yoktu. Koşmak için adım attım. Evet kapı hemen karşımdaydı artık. Ama çıkmak ne mümkün. Biri aniden bileğimi yakalayıp kolumu kıvırdı. Leş gibi yarısı ak saçı sakalına karışmış, keskin bakan mavi gözlü adamla burun buruna gelmiştim. Diğer elindeki çakıyı gözüme doğru yaklaştırmıştı. Yine o pis kahkalardan birini tükürükle karışık suratıma postaladı. Benden başka herkes epey eğleniyor gibiydi. Bir anda kolumu bıraktı. Ve daha önce görmediğim, oturduğu koltukta bulunan döner bıçağını kapmak üzere arkasını döndüğü anda birden kapıyı açıp dışarı fırladım. Merdivenler dar ve dönerek iniyordu. Peşimden en az iki kişi daha salondan çıkmıştı. Sokağa adımımı attım ve istiklal caddesinde olduğumu fark ettim. Karşıdaki büfeye doğru koştum. Bu sırada yetiştiler ve iki kişi iki koluma giriverdi. Büfeciye “yardım edin beni öldürmeye çalışıyorlar” dediğim anda sağ koluma bir iğnenin saplandığını hissettim. Kolumdan başlayan uyuşma beynime doğru ilerliyordu. Büfeci önce şaşırdı sonra yanındaki adama kollarımı bırakıp kaçmaya çalışanları işaret edip “sen onları takip et biz karakola gidelim” dedi. Bacaklarımda hal kalmamıştı. Büfeci koluma girdi. Ağır ağır karakola yürümeye başlamıştık. İstersen hastaneye gidelim önce dedi. Ağzımdan zar sor bi “hayır” çıktı. O an koşmak için neler vermezdim. Karakolun girişindeki polisi gördüğümde bir polis görmenin beni bu kadar mutlu edebileceğini hiç tahmin edemeyeceğimi düşündüm. Büfeciyi bırakıp polisin koluna atladım. O an gözlerim kapandı. Bir daha gözlerimin açılmayacağını bilseydim bu kadar sevinir miydim?

94 yazı yeni başlıyordu. Güneş her zamankinden daha parlak gözüküyordu gözüme. Üniversite neredeyse bitmek üzere ve her zamankinden daha özgür olacağım günler çok yakın...

7 Haziran 2007 Perşembe

denizkelebenki




Efenim kendisi son şaheserim. Hem bir kelebenk (maalesef aerodinamik olaraktan uçacak gibi gözükmüyor) hem de balık (tabi bi de memişleri sansürlenmiş bir dişi). Yani hem sevgi pıtırcığı, hem kısmet. Hem pır pır yürekli, hem etine dolgun. Hem ehm neyse. Bu eserime katkılarımdan dolayı önce kendime, sora diğer katkıcılar olaraktan corel painter'a, wacom tabletime, tabii ki her bir chipini mıncırdığımının emektar bilgisayarıma, aileme, dostlarıma, akademiye teşekkürler.

3 Haziran 2007 Pazar

şair aşkı

çırak'a;

illa martılardan bahsediceksin ya
hani kanatları, özgürlükleri
gökyüzünde süzüm süzüm süzülmeleri
İstanbul aşkı, vapur aşkı
derken derken şair aşkı
dedim sana "bırak bunları"

ince topuklu giymeden
arnavut kaldırımlarını ezmeden
"ben kadınım" diyenden kaçacaksın

kaçacaksın ki gül kokulu,
yeri geldiğinde kan kokulu
şiirler yazacaksın
yazacaksın ki kendini var sanacaksın

gramofonda ella, kadeh elinde
ya da tangolar yapacaksın,
ne denk gelirse hayal denizinde

bazen ufka dalacaksın
tek bir kaygın olmasa da
ellerin titreyecek
için üşüyecek
acı çekeceksin nedenli nedensiz
olmaz ya ağlarsın ve hatta
diyeceksin "ben de insanım"

hep aşk isteyeceksin
bazen hayyam bazen marley içeceksin
tütünü yarana basmadan
iyileşemeyeceksin

şimdi diyeceksin bilirim
"ben ne şairim ne evvelim
derdi bilinmezim
üstelik sorarsanız
non je ne regrette rien derim"

onlara da laflarım var ammaaa
sana bilahare söylerim