16 Nisan 2021 Cuma

NAZİ TİPİ IRKÇILIK İTHALATI İLE TÜRKÜ TÜRKTEN SOĞUTMA PROJESİ

Projeleri bitmiyor efenim tabi bazen de proje olmuyor mevzu kendi eliyle tuzu alıp hıyara koşanlar da bolcana mevcut ondan her şeyi de dış güçler dememek lazım iç gerizekalılıkların da sonu yok.

Türkçü platformlarda takılıyorum bazı yerlerde atıyorlar beni bazı yerlerde ben bu kadar gerizekalılığı daha fazla kaldıramayacağım deyip pes edip uzaklaşıyorum o mecradan. Daha geçen Türkçülükle ilgili bir sayfayı terk ettim zira ne erdem ne kafa ne birikim it sürüsü gibi birbirlerini kollamanın derdine düşmüşler totalde bu vatana fayda nasıl sağlanır onu dert etmiyor kendi kapasitesini de sorgulamıyor etmiş ezberini en ufak itirazda adeta sokak köpeği çetesi gibi saldırıyorlar. Bu kafanın kendine hayrı yok değil ki bir millete hayrı olsun. Ancak yalan dolanla birbirlerini gazlayıp körler sağırlar birbirini ağırlar takılıyorlar. Bayılıyorlar birbirlerine iltifat etmeyi daha türlü çeşit ne eziklikler.  Atatürk gerçekten büyük bir dahi, bir derviş, bir ermiş ve daha neler neler. La bu insanların daha da bilinçsiz daha da eğitimsiz daha da kör cahil ve alabildiğine iblis olduğu bir dönemde o zeka o sabır o her şey. 

Açıkçası ben insana bir hayranlık duymam ekseri yani elbet sanatsal bir esere bir icada bir mimari yapıya bir makineye ya da bir formüle bakıp vay amk derim ama insan her daim kusurludur iticidir full paket bu da olmuş denecek bir tip bulaman. Netekim Nietzsche severim okurum ederim saykoların başucu yazarı deseler de derim ki gerçek nihilizm bu değil siz yanlış anladınız ve fakat biliyorum adamla aynı odada 1 saat kavgasız oturamam belli. Yani bir insana hayranlık duyacağıma gider bir ördeğe taparım ve fakat Atatürk sen ne yaptın öyle ya üstelik neredeyse ömrün boyunca durmadan neler neler başardın.

Eveet şimdi bu girişten sonra gelelim güya Atatürk'ün izinden giden gerizekalılara.

Bir çok yerde görüyorum gaz verecekler ya Türklere vay efendim biz şöyle bir milletiz  böyle mücahitiz davaya zarar vermemeliyiz birlik olmalıyız o bu ama ne abartılar ne diğer milletleri aşağılamalarda sınır tanımamalar neler neler. Ülkücü ağızları bunlar elbet. Ülkücü olmayan ağızlardan da sadece dini çıkarın aynı ağız kalıyor. 

Türk ocaklarının adından Türk'ü silip Tanrı Dağı'nın yanına Hira'yı koyan NATO askerinden medet uman da ne bileyim. Zaten fenotopi pek çok ipucunu veriyor olsa gerek. En basitinden milliyetçilikle ümmetçilik hiç yan yana olur mu diye bir sorgular insan ama o da yok. Bu kafalarla yok Avrasyacılar Rus devrimi yapacak yok Ruslar gelecek anamızı ağlatacak bilmem ne hepsini batı emperyalizminin tiyatrolarına figüran yaptılar netice Türkçülüğün yitişi Türklüğün yandan yemiş Arapçılık olarak lanse edilmesi devamında mafyavari eşkıya tavırlar ile kendilerinden hepten tiksindirmeleri ve Türklükten soğumuş gerçek Türkler. Bugün nasıl ki kandırıldıklarını kabul ediyorlar dün de kandırılmışlardı zaten yıllardır kandırılıyorlardı. Atsız'a ise öz kültürümüzü hatırlatmasından ötürü pek çok şey boçluyuz o batının tuzağına düşmedi zaten o yüzden tabutluklarda yatırdılar fakat Atatürk düşmanı birinin öğrencisi olması ve zamanla kendisinin de Atatürk'e karşı düşmanca tutum sergilemesi giderek marjinalleşmesi ve yine Türklüğü korkulacak, sevgisiz ve sevimsiz bir kavrammış gibi lanse etmesi var. Bizim Atatürk gibi bir önderimiz var o ki bizi yüzlerce yıl öteye taşıyacak vizyona sahip bir ölümsüz lider. Ondan gayrisi ancak fikir insanı olur fikir verir asla kanaat önderi başbuğ o bu olamaz iş ki yanlış yollara sapmışlardan olmasınlar.

Ülkücüler kendi aralarında tartışmadı da ne hale düştüler. Yok davaya zarar gelmesin bilmem ne Arap tipi biat kültürü ile kol kırılır yen içinde kalır kafasının benimsenmesi ile bakınız gelinen nokta. Türkler kendi aralarında tartışır da kavga da eder birbirlerinin devletlerini de yıkar olur bunlar sonra sağlam olan ayakta kalır o da her zaman en Türk kalabilendir kalamayandan bize ne zaten işte bu da milletlerin evrimidir. Bugün gelinen nokta içler acısı ama bu bir geçici hastalık denilip geçilecek bir şey değil çünkü durup bekleyince damarlarımızdaki asil kandan ötürü iyileşmeyeceğiz. Atatürk yüzlerce yıl savaşçı ve inatçı atalarımızla baş edemeyip onların karakterini ezmeyi bir taktik olarak benimsemiş ve onlara tarihini unutturmuş olanlar yüzünden sen Türksün şanlı bir tarihin var özgüven senin göbek adın demiştir yoksa durduk yere anlamlı anlamsız böbürlenmen kibir yapman için mazeret değil bu fakat görüyorum ki pek çok mecrada biz Türküz uçarız kaçarız herkeslere nal toplatırız geyiği dönüp duruyor açıkçası bunu AKP'nin saçma sapan propagandalarına benzetir oldum iyice. Bir kere bir Türk asla ben biriciğim diğer insanlar tırnağım bile etmez kafasında olamaz zira taşa suya kuşa saygı duyan bir topluluğuz biz siz ne anlatıyorsunuz acaba? Elbette şanlı bir tarihimiz var ve elbette savaşçı adil aklına koyanı yapan atalarımızın mirasçısıyız ama şöyle bir etrafınıza bakın bu profilde kaç insan var? Hep diyorum elma ağacı her sene meyve vermeyebilir ama bazen de dalları kırılır meyvelerin ağırlığından. Şunu kabul etmek lazım çürük yoz beceriksiz nesiller dönemindeyiz tıpkı İlteriş Kağan'dan önceki nesiller gibi. Bu nesillere aslansın kaplansın diye gaz vererek bir şeyler bekliyorsunuz ya hah işte onlar o gazı alıyor ama hiçbir şey beceremediği halde aslan kaplan sanıyor kendini yahut bir kısım insan da bu tür laflar deli saçması diyor bu laflara geçiyor emin olun onlardaki kumaş diğerlerinden daha sağlam.Her yazıdaki görüşler de eleştirilebilinir üslup da önce aklını kullanmak isteyen insanlara dayatma yapma alışkanlığından vazgeçilmesi lazım. Şunu da unutmamak lazım elbet düşünce özgürlüğünü leş ajandalarına alet edenler olacaktır onlarla da zeka ile mücadele edilir çünkü karşılaşılan her sorunu despotlukla çözmeye çalışmak sadece ve sadece aptalların çaresizliğidir, zeki bir lider ise en son çare olarak başvurur böyle bir yola ancak onda da çapı ve şekli bellidir zorbalığın. Bugün 2021 yılındayız kimse kafa derisi yüzerek sorun çözeceğini sanmasın ha bazen içten geçmiyor değil ama bu çağ bilgi ve teknoloji çağı. Çağın gerisinde kalan herkes ya çok geride kalacak ya da elemine olacak tıpkı geçmiş çağlarda olduğu gibi. Atatürk Tengri'nin bize verdiği bir kuttu ama ne kadar hak edebildik durum ortada.

Maalesef Atatürk'ün gösterdiği yoldan sapanları toplayıp bir acayip ideolojik tutumlara sevk edip insanları Türklükten soğutuyorlar. Türk milleti Atatürk'ün de dediği gibi asil bir millettir. Asalet tahtla taçla sarayla olmaz o asaletle uzaktan yakından alakası olamayacakların çapsız insanların gözlerini boyamada kullandıkları tiyatrolarının aksesuarları ve dekorlarıdır. Dolandırıcı kafasıdır düpedüz. Asalet özden gelir. Asalet duruşla, tavırla, bakış açısıyla, dürüstlükle, adillikle, kimseye muhtaç kalmamak kimsenin kölesi olmamak için aklını ve emeğini kullanmakla, cesaretle, savaşçılıkla dışa vurur. Bizim dağ başında hayvancılık yaparak yaşayan yörüğümüzde de vardır asalet cephede savaşan generalimizde de. Eğer ki bu kişilerin sayısı azalır da toplumun geneli yüz çevirirse bu erdemlerden, halimiz kolayca harcanabilir bir kukladan öteye gitmez. Bu tarihte de bugün de geçerlidir. Fakat görüyoruz ki insanlarımız Atatürk'ün asaletini örnek almak yerine sözde beğenmedikleri kültürlerden olan insanların hallerini tavırlarını taklit ediyor. Atatürk bize şartlar ne olursa olsun birbirimize karşı dürüst olmamızı ve en acı gerçekleri bile birbirimize hatırlatmamızı öğütlemiş ne yazık ki onun hiçbir öğüdünü dikkate almayan, o öğütleri içselleştirememiş şekilci şabloncu kafalarla mücadele halindeyiz. Atatürk'ün ben hiç umudumu kaybetmedim dediği ruh haline bürünmek hiç de kolay değil ama öğretilmiş çaresizlik tuzaklarına düşmeden, yılmadan umudumuzu kaybetmemeye devam etmeliyiz fakat bu bizim eylemsizliğimizin tesellisi olmamalı aksine yapacaklarımıza motivasyon olmalı.






TÜRKLERİN BAŞ BELASI ÜMMETÇİLİK GOYGOYU ÇEVİREN DEVŞİRMELER

Aşağıya iliştirdiğim çok güzel bir derleme ve analiz var isterim ki okuyasınız bilmediğiniz varsa bilesiniz aydınlanasınız. Ön sözü benden elbet. 

Roma imparatorluğu'nun yandan yemiş bir yorumunu Orta Doğu bataklığı ile sentezlerseniz ortaya böyle ucube ve insanlıkla bağı hepten kopmuş sistem çıkar ve o sistem de çürümeye, yıkılmaya mahkum ölü doğmuş bir sistem olur. Burada devşirmelere saydırmanın bir manası yok neticede kadınları damızlık ve erkekleri evlenmesi bile yasak savaş makinesi haline getirilmeye çalışılmıştır asıl sisteme uyumlanan yaltaklananlar karaktersiz. Düşünün ki veziri azam sefere çıkıyor köyüne uğruyor orduyla, belki hasretten belki beni parayla sattınız ama bakın alem buysa kral benim demek için. Tıpkı köyüne hava atmaya mersoyla onca yoldan gelen Alamancı gibi. Eğer ki Türkler böyle çocuk yaşta kaçırılıp alıkonsaydı ve aynı şeyi yapsaydı vay işte devşirilemedi köyünü unutmadı yahut intikamını aldı diye övünülmeyecek miydi. Osmanlı daha en baştan Sırplarla ve Bizansla düşüp kalkmış ve makus kaderini de o günden hazırlamıştır. Selçuklu ve diğer Türk devletleri nin yazıda da belirtildiği gibi Farslarla düşüp kalkması neticede de idareyi onlara kaptırması hastalığının bir devamıdır bu durum. Bunu o dönemin modernliği, çağa uyulması, ümmetle daha güçlenmesi o bu diye açıklıyorlar. Aynı safsatalar günümüzde de satılmaya çalışılıyor. Açıkçası Osmanlı topraklarının çoğunu Türk devletlerinden elde etmiştir ve bunların planı programı da devşirmelerin dışarıdan yönlendirilmesi ile yapılmıştır yani Osmanlı yüzlerce yıllık Türk mirasını çatır çutur yemiştir ve Türklüğü de bir güzel güdükleştirmiştir. Bunu kimler istemiştir kim başarmıştır ortada. Bugün benzer sürecin mikro seviyesi ülkemizde yine yaşanmaktadır. Kim BOP projesini yaptı kimler Cumhuriyet in kazanımlarını bir güzel yağmaladı ve şu an Türklük ne halde. Tarih tekerrürden ibarettir ve günün sonunda Türklük kazanır fakat bu istatistiği tutturmak oturduğun yerde oturmayla ve hiçbir şey yapmamakla olmuyor. Milletimizin bu uyuşukluktan bu rehavetten ivedilikle kurtulması lazım.

"
Sevgili Okurlar,
Halen önemli sıkıntılarını yaşadığımız Enderun okullarının temeli Devşirme müessesine dayanır.
Enderun Mektebi 1.Murad’ın Edirne’yi almasından hemen sonra 1363’te kurulmuş olup 2.Murad, Fatih ve 2.Bayezid tarafından geliştirilip mükemmel bir saray üniversitesi haline dönüştürülmüştür.
Enderun, Osmanlı Devletinde 15. yüzyıl ortalarından itibaren medrese dışında en önemli resmi eğitim kurumu niteliği taşır. Osmanlı merkez ve taşra bürokrasisine mülki ve askeri idarecilerin yetiştirilmesi amacıyla kurulmuştur. Enderun, resmi Osmanlı ideolojisi veya zihniyetinin öğretilip geliştirildiği temel eğitim birimini teşkil etmektedir.
Enderun; idari ve siyasi hedeflerin tayininde, devletin ana kurumlarının işleyişinde önemli bir yere sahip olmuştur. Enderun'a Türk alınması yasaktı. Enderun'un kurulmasıyla Osmanlı devlet kadroları Türk olmayanlar tarafından doldurulmaya başlamıştı.
2.Murad zamanından itibaren devşirmeden yetişen devlet adamları yönetimde etkin hale geldiler. Sarayın mimarını, nakkaşını, ressamını, hattatını, katibini, imamını, müezzinini, müneccimini, müverrihini Enderun yetiştirirdi. Sarayın şairini, alimini, silahşorunu, hanendesini, sazendesini, nüktedanını, soytarısını Enderun yetiştirirdi. Türk devletinin seraskerini kazaskerini, sadrazamını, kaptanıderyasını, valilerini, elçilerini Enderun yetiştirirdi.
Enderun, gerçek teşkilatına Fatih döneminde kavuşmuştur.(1) Fatih Sultan 2.Mehmet zamanına kadar devlet idaresinde hüküm ve nüfuz Türk vezir ve beylerinin ellerindedir.
Enderun’un teşkilinde esas hedef, askeri temele dayanan Osmanlı Devletine yetenekli kumandan yetiştirmek ve devamlı büyüyen ülkenin farklı din, dil ve kültürlere mensup kitlelerini idare edecek sağlam yönetici kadroları temin etmekti. (2) Osmanlı Saltanat döneminin başlamasını takiben devletin en yüksek hizmetinde görev alacak yöneticiler Enderun’da(3) yetiştirilmek(4) için eğitim görürlerdi. (5)  Enderun’a ancak Enderuniler ile Kapıkulu Ocaklarının seçkinleri girebiliyordu. (6)
Enderun dan çıkanlar; veziriazamlık, Kaptan Paşalık, Yeniçeri ağalığı, Kapıcıbaşılık, mirahırlık, eyalet valilikleri alırdı. Enderun dan çıkanlar  sancak beylikleri  gibi sarayın ve hükümetin yüksek memuriyetlerine tayin edilirlerdi. (7)
Enderun’a girmek, orada okuyup yetişmek ve sonunda devlet ve saray hizmetlerine girebilmek için ya esir, ya devşirme, ya köle olmak gerekirdi. (8)
Devşirme yoluyla sağlanmış çocukların Enderun’a alınmadan önce belli bir alt eğitimden geçmiş olmaları gerekiyordu. Hıristiyan ailelerden devşirilen çocuklar öncelikle Müslüman Türk aileleri yanında Türkçeyi, İslami esasları ve adabı öğrenir, daha sonra Edirne, Galatasaray, İbrahim Paşa (bir ara İskender Çelebi) saraylarında bedeni ve ruhi kabiliyetlerini geliştirecek dersler ve talimler görürlerdi. Bunlara “acemi oğlanlar” denirdi. Acemi oğlanları, buradaki belirli talim ve terbiyeden sonra “çıkma” adıyla ayrılarak çeşitli askeri birlikler içerisine dağıtılır, üstün yetenekli olanlar ise daha yüksek seviyede bir eğitime tabi tutulmak üzere Enderun’a alınırdı. (9)
İlk zamanlar Enderun’a sadece Devşirmeler ve yabancıların alınması, devleti kuran hakiki tebaanın; yani Türklerin bu haktan yoksun kılınmaları, tıpkı İran Büyük Selçuklu Devlet kuruluşunda resmi dilin Farsça olarak tercihi, yönetimin İran asıllılara devredilmesi gibi izahı güç sorunlara yol açmıştır. Bugün şaşırtıcı olduğu için tekrar ediyoruz; “Enderun’a girmek, orada okuyup yetişmek ve sonunda devlet ve saray hizmetlerine girebilmek için ya esir, ya devşirme, ya köle olmak gerekirdi !”(10)
Enderun, devletin kadrolarını  yetiştiren müessesedir. Vezir-i azamlar, vezirler, ordu ve donanma komutanları, eyalet valileri, beylerbeyleri, sancak beyleri, devletin dış ilişkilerini, maliyesini ve diğer bütün kurumlarını yönetenler hep bu okuldan yetişenlerdir(11-12)
2. Murad’da dahil olmak üzere baştan itibaren 1451 senesine kadar gelen Osmanlı hükümdarları daimi surette halkla temas ederler, divanda bizzat dava dinleyip devlet işlerini görürler ve muharebe meydanlarında askerlerine silah arkadaşı muamelesi yaparlardı.
Fatih Sultan Mehmet, saltanat usulüne kabul ile divan müzakeresini terk ederek halkla teması kesince, milletle kendi arasına ince bir perde çekilmiş ve zaman geçtikçe, yani halefleri devrinde bu perde kalınlaşarak tebaa ile hükümdar birbirlerini görmez ve tanımaz olmuşlardır.(13)
Osmanlı devleti idareciliğin önemini kavramış ve ona gereken değeri vermiştir. Saray mekteplerinden yetişenlerin büyük bir kısmı devletin en büyük makamlarına kadar yükselmişlerdir.(14) Kıdemli ve başarılı öğrencilerden yaşça büyük olanlar Lala olarak seçilmiştir. Bunlar arasından olağanüstü başarı gösteren Lalalar öğrenci kümelerine “müzakereci veya kalfa” olarak atanmıştır.(15) Bu şekilde 16. yüzyıldan itibaren Enderunilerin Osmanlı toplum yapısında üst sınıf durumuna geldikleri bilinmektedir.(16)
Halil İnalcık, “Balkan milletlerinde idari sınıfa girebilmek için ihtidanın (Müslüman olma) bir şart olduğunu, Müslümanların imtiyazlı bir sınıf teşkil ettiklerini”,C.Jirecek’e dayanarak ileri sürmektedir. Sadrazamlık önceleri Çandarlı ailesi elinde bulunmuş, daha sonra ocak’tan ve saraydan yetişen Enderunilerin eline geçmiştir, Mahmut  Paşa, Gedik Ahmet Paşa, İshak Paşa’dan itibaren veziriazamlık devşirmelerin egemenliğinde bulunan ocakların eline geçmiştir. Yavuz Sultan Selim devşirme elinde süregelen bu geleneği bozmuşsa da ocaklar isyan etmişlerdir”(17)
Osmanlı’da devlet adamı yetiştirmek için kurulmuş olan Enderun mektebine sadece kendileri gibi dönme veya devşirme çocukları sokan, vurucu gücü de yeniçeriler olan bu teşkilat zamanla iyice güçlenerek Osmanlı Sarayı’nı kontrol altına aldı. Devletle milletin irtibatını tamamen kesti. Beyinde büyüyen habis bir ur gibi devleti hasta etti. (18)
Gayeleri ise: İstanbul Boğazı’nı “Su” sınırı kabul ederek, iktidara “Su”yun Anadolu tarafında doğmuş olan Türk asıllı hiç kimseyi getirmemekti. Böylece iktidara ya hep “Su”yun Rumeli tarafından gelen Hristiyan kökenli gayrı Türk unsurlar veya “Su”yun Rumeli tarafından gelen devşirmelerin teşkilatına kayıtsız şartsız baş eğenler geçecekti. Zamanla bu teşkilata baş eymenler Osmanlı Sultanı bile olsa davrarnışlarının bedelini hayatlarıyla ödeyeceklerdi!
Ünlü, Türk Maarifi isimli eserde, Osman Nuri Ergin bu vahim durumu (1883-1961) şöyle anlatıyor:
Enderun’a girmek orada okuyup yetişmek için ya esir, ya devşirme, ya köle olmak lazımdı. Dili, dini ve milliyeti ayrı olan bu yabancı unsurlar arasında binlerce adam yetişmekteydi.
Bu Enderuniler önce Türkten ziyade Türktürler, Araptan ziyade Müslüman görünürler. Halbuki kendi benliklerini unutmazlar. Eski milliyetlerini hatırlayarak onu güder ve bu bakımdan zamanla Türk’e zarar verirler Türk’ü tahkir ederler... 
Dukakin oğlu Yahya beyden bir örnektir :
“Arnavut aslı oluptur aslım
Kılıç ile dirilir her faslım
Nola taifei şir efken
Kılsa şahin gibi taşlıkta vatan”
Türk Maarif tarihi yazarı Osman Nuri Ergin’e göre yüksek memuriyetlere tırmanmış olanlar arasında Türkoğlu Türklere az tesadüf edilmiştir. Ayrıca, bunlar kimlikleriyle de anılırlardı: “Arnavut Hasan Paşa”, “Boşnak Salih Paşa”, “Gürcü Mehmet Paşa”, “Hırvat Mahmut Paşa”, “Çerkez Hüseyin Paşa”, “Abaza Ali Paşa”, “Frenk İbrahim Paşa”, “Rum Mehmet Paşa” gibi.”(19)
Osmanlı Türk tarihinin 1284’de cereyan eden Ermenibeli Savaşı ile başlayıp, 1922’de Tevfik Paşa Kabinesi’nin istifa etmesiyle sona erdiği kabul edilir. Buna göre Osmanlı Türk tarihi 638 yıllık bir dönemi kapsamaktadır. Devlet, bir Türk Devleti olduğu halde bu 638 yıllık dönem içinde hükümet başkanlığına gelen 215 vezir-i azamın ancak 78’i Türk, 15’i belki Türk’tür. Ötekiler de muhtelif milliyetlere mensupturlar.
Vezir-i azamlar arasında, milliyet esasına göre yapılacak bir sınıflandırmada, Türk oldukları kesin olarak bilinen bu 78 kişi temel kabul edilirse, Osmanlı Türk İmparatorluğu’nda 78 Türk’e karşı 137 dönme-devşirme vezir-i azam görev almış demektir. Türk ırkından oldukları kesin olarak bilinmeyen ancak Türk oldukları sanılan 15 vezir-i azam da bu hesaba dahil edilirse, rakamlar 93 Türk’e karşı 122 gayrı Türk olacaktır ki, biraz evvel de ifade ettiğimiz gibi, bu durum İmparatorluğun yıkılışını hızlandıran önemli sebeplerdendir.
Kaldı ki, bu rakamlara 3.Murat devrinde, vezir-i azamlık makamı bir sure ilga edildiği için vezir-i azam olarak kabul edilmeyen, ancak hükümet toplantılarına başkanlık eden Boşnak devşirmesi Mustafa Paşa dahil 11 sadrazam Türk değildir...
Ermenibeli Savaşı’ndan İstanbul’un fethine kadar vezir-i azamlık makamına gelenlerin tümü de Türk olduğuna göre demek ki Osmanlı Beyliği’ni önce Osmanlı Devleti, sonra da Osmanlı İmparatorluğu haline getiren kudret ve zekâ Türk kudreti, Türk zekâsıdır.
1284’en 1453’e kadar 169 yıl süren bu Türk vezir-i azamlar devrine rağmen, 1453’ten 1922’ye kadar devam eden; Duraklama, Gerileme, Çöküş dönemlerini içeren, 469 yıllık kozmopolit Osmanlılık döneminde Türk ırkından olan vezir-i azamların toplam görev süreleri 139 senedir. Şu rakamlara göre, 638 yıllık Osmanlı tarihinde, Türk vezir-i azamlar ancak 308, Türk olmayanlar da 330 sene sadaret mevkiinde kalmışlardır ki, bunlar arasında Türkçeyi hiç bilmeyen  vezir-i azamlar bile vardır.(20)
1453’ten sonraki Osmanlı İmparatorluğu tarihi, bir bakıma bu Enderunilerle, Türklerin devlete hakim olma mücadelesinin tarihidir. Devşirme-Dönme vezirler bu mücadelede genellikle kendileri gibi dönme-devşirme olan, üstelik İstanbul garnizonlarına yerleştirildikleri için de vaziyete derhal hakim olma imkânına sahip bulunan yeniçerilere dayanmış ve bu anarşist askeri gücü kullanarak sürekli ayaklanmalar düzenlemişlerdir.
Yukarıdaki rakamlar, günün Deniz Kuvvetleri Komutanı demek olan Kaptan-ı Deryalar için de farklı değildir.
1324’te İzmit Körfezi’nin güney sahillerini fetheden Karamürsel Bey’in, ilk Osmanlı Kaptan-ı Derya’sı olduğu kabul edilir. Ancak, özellikle Fatih Sultan Mehmet devrine kadar bu görevde bulunanların birçoğunun ismi bile bilinmemektedir. Bu sebepten Osmanlı İmparatorluğu’nda Kaptan’ı Derya’lık makamına kaç amiralin geldiği tespit edilememiştir. 1867 yılında da Kaptan-ı Derya’lık, yerini Bahriye Nezareti’ne terk ederek ilga edilmiştir. 1324’ten 1867 yılına kadar geçen 543 yıllık süre içinde bilinen 161 Kaptan-ı Derya’nın ancak 43’ü Türk, 18’i belki Türktür!
Türk oldukları kesinlikle bilinen 43 kişi esas kabul edilirse 161 Kaptan-ı Deryanın 118’inin başka milliyetlere mensup olduğu gerçeği ortaya çıkacaktır. Türk olmaları muhtemel 18 kişi hesaba dâhil edilirse 543 sene süre ile görev yapan 161 Kaptan-ı Deryadan ancak 61’i Türk demektir.
Sayı, görev süresi üstünlüğünü Enderunilerde olmasına rağmen, Osmanlı İmparatorluğu’nda yetişen büyük denizcilerin tümü de Türk ırkındandır. Hala dünyanın en büyük Amirali olarak kabul edilen Barbaros Hayreddin Paşa, Kılıç Ali Paşa, Enderunilerin entirikaları yüzünden Kaptan-ı Deryalığa getirilmeyen Turgut Paşa, Uluç Hasan Paşa, Deli Hüseyin Paşa, Mezamorta Hüseyin Paşa hep Türk Milleti’nin evlatlarıdır.
Deniz kuvvetlerimizin imhasına sebep olan bozgunlarda ise Kaptan-ı Deryalık makamında hep Enderuniler bulunmuşlardır. Bunlar arasında milliyeti meçhul Müezzinzade Ali Paşa gibi ömüründe bir sandal bile idare etmeyenler, Boşnak devşirmesi Kara Davut gibi padişah katili caniler, Boşnak devşirmesi Silahtar Mustafa Paşa gibi okuma yazması olmayan cahiller, Hırvat devşirmesi Uzun Piyale Paşa gibi, Padişaha gönderilen hediyeleri zimmetine geçiren hırsızlar, milliyeti meçhul Çavuşoğlu Mehmet Paşa gibi 100 gemilik filo ile 60 gemilik düşman filosunun muhasarasında tam 40 gün hareketsiz kalan korkaklar ve Rum devşirmesi Firari Ahmet Paşa gibi Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın isyanını bastırmakla görevlendirildiği halde, donanmayı binlerce deniz savaşçısı ile birlikte asi Mehmet Ali Paşa’ya teslim eden hainler de vardır!
Maliye Bakanı diyebileceğimiz Başdefterdarlık ve Dışişleri Bakanı diyebileceğimiz Reis-ül Küttab’lık makamının durumu da hemen hemen aynıdır. 1459’dan 1835’e kadar 376 yıl ayakta durabilen Başdefterdarlık makamına -bilinen-166 Başdefterdar tayin edilmiştir ve bunların ancak 54’ü Türk’tür. 1464’ten 1836’ya kadar 372 yıl varlığını muhafaza eden Reis-ül Küttablık müessesesinde ise ancak 41 Türk görev yapmıştır. Oysa 372 yıllık sure içinde bu makama 104 Reis-ül Küttab tayin edilmiştir.
Yalnız Şeyhülislamlık makamında durum Türklerin lehinedir. Şeyhülislam; İmparatorluk Türkiye’sinde Sadrazamdan sonra gelen ikinci büyük devlet görevlisidir. Bugünkü Diyanet İşleri Başkanlığının, Diyanet İşlerini tedvirle görevli Devlet Bakanlığı’nın, Vakıfların bağlı olduğu Devlet Bakanlığının, Milli Eğitim, Kültür ve Adalet bakanlıklarının tümüne birden tekabül eden Şeyhülislamlık 1425’te ihdas edilmiş 1922’ye kadar 131 Şeyhülislam görev yapmıştır. Bu 131 Şeyhülislamın 122’si Türk 9’u da Arap, Boşnak, Gürcü, Arnavut ve Çerkez'dir.
Anadolu’nun asli unsuru Türkmen/Oğuzlar, her türlü eğitim-Öğretim haklarından yoksun, dağda-kırda göçebe hayatı yaşarken, devletin en yüksek kademelerine “hükümete halissüdden olmayanları memur ve bilhassa muallim yapmamak” gibi isabetli bir karar ancak Cumhuriyetle alınabilmiştir.(21) Atatürk; “Memleketin sahibi ve devletin kurucusu Türklerin devre dışı bırakılarak, Kavm-i Necip adı altında Araplara ve saraya yakınlıkları nedeniyle Arnavutlara yönetimin devredilmesini” haklı olarak kınıyordu.(22)
Osmanlı Padişahlarının analarının Genelde Türk olmaması(23) Hıristiyan ve Yahudi kölelerden veya Kafkas kölemenlerinden seçilmesi de devletin Türklerin aleyhine tutum takınmasının en büyük sebeplerindendi. Osmanlı Tarihi yazarı Hammer bu konuda şunları söylüyor:
“Osmanlı kanunu ister ki, padişahın zevcesi çocukluğunda ailesinden alınmış hamisiz, akrabasız bir cariye olsun; bu zevce ancak Haseki Sultan, yani veliahdın validesi ve sonra Valide Sultan, yani padişahın validesi olmakla bir imtiyaz kazanabilirdi. Padişah da, hür bir kadının değil, bir cariyenin oğlu olmak lazım gelir; ta ki hükümranlık iradelerinde hiçbir aile nüfuzunun rolü ve tesiri olmasın... (24)
Osmanlının “Türkleştirme” şeklide bir meselesi bulunmaması nedeniyle Saraya alınan kadınefendi veya cariyelerin Türkleştiklerini öne sürmek imkânsızdır. Olsa olsa Osmanlılaşmışlardır.
Yetişkin birer insanken Osmanlı sarayına alınmakla dinlerini unuttuklarını, gerçek birer Müslüman olduklarını söylemek de güçtür. Öte yandan, bir annenin çocuğu üzerindeki etkisi -padişah iken bile- hiç küçümsenecek bir şey değildir.(25)
Türk eğitim tarihi üzerinde en yoğun araştırmaları yürütmüş bulunan O. Nuri Ergin, bu trajik yapıyı yorumlarken şu sonuca varıyordu: “Bu yanlış uygulama sonucu Türklerin, İslam olmayan unsurlardan daha çok refah içinde bulundukları söylenebilirse de bu tamamıyla bir yanılgıdır. Türk unsuru, hükümet memurluğundan, hatta askerlikten bile uzaklaştırılmıştı. Devşirme suretiyle memleketin ötesinden berisinden toplanmış olan arnavut, Hırvat, Boşnak, rum ve Ermeni çocukları küçük yaşlarda mekteplerde ve kışlalarda beslenip büyütülerek Yeniçeri ordusu -yani devletin askeri- bunlardan teşkil olduğu gibi, bu Enderuniler arasından sivrilenler de saray müstahdemi, zabit ve memur olurlardı ve bu usulün neticesi olarak ordu kumandanları, vezirler, valiler ve sadrazamların yüzde doksanı Türk olmayan bu unsurlardan oluşurdu”(26)
Prof.Dr. Stanford Shaw bu konuda şunları söylüyor: “Artık Türk soylularının meydan okumasından kurtulan Enderuniler, sınıfları yerine kendileri için güç ve servet kazanmak isteyen tek liderlerin oluşturduğu politik guruplara bölünmüşlerdi. Bu durumdan oluşan güç çatışmalarına sultanın annesi de karışmaktaydı. Osmanlıya Sadrazam olan (Frenk- Makbul-Maktul) İbrahim Paşa’nın başarısı; Kanuni Sultan Süleyman’ın Kırım Türkleri tarafından Galiçya'da esir alınmış Rus eşi Roxelna (Hürrem Sultan)’ın yardımı ve Arnavut Ahmet Paşayla birlikte başında bulunduğu oluşumun komplolarına bağlanabilir. Hürrem Sultan’ın “katkısı” askeri başarıları ve devlete yaptığı önemli hizmetlerle Sultan Süleyman’ın gözüne girmiş; -Yavuz Sultan Selim’in kıymetli sadrazamı- Piri Mehmet Paşa'dan kuşkulanmasını sağlayarak onun gözden düşürmek olmuştur.”(27)
Osmanlı devletinde Enderun'da yetişmiş (yönetimde ve sermayede egemen halde bulunan) dönme ve Enderunilerin tesiriyle, İmparatorluğun bu yapısından ötürü Batıdan Fransız devrimiyle aktarılan milli ve vatani bağlılıklar, Lewis’e göre kök salamıyor, geçici kalıyordu.
19. yüzyıl Yeni Osmanlı Cemiyeti ve Jön Türklerin bu çizgideki eylemlerinin sonuçsuzluğunun nedeni daha ziyade Enderun kültüründen veya Enderun tutum ve zihniyetinden kaynaklanıyordu. Çünkü “kuruluşdan 19. yüzyıla kadar Türkler kendilerini her şeyden önce Müslüman olarak kabul ediyorlardı; bağlılıkları farklı seviyelerde, İslamlığa ve Osmanlı hanedanı ile devlete idi. Bir kimsenin konuştuğu dilin, oturduğu toprağın, geldiğini iddia ettiği ırkın kişisel, duygusal veya toplumsal bir önemi olabilirdi. Oysa, bunların hiçbirinin bir önemi yoktu(...) Ancak, basit halk, köylüler ve göçebeler arasında bir Türklük duygusu yaşamaya devam etti. Fakat, yönetici ve okumuş gruplar, İslamlık içinde ayrı bir teknik ve kültürel topluluk olma hüviyetlerinin bilincini Araplar ve İranlılar derecesinde bile korumamışlardı”(28)
ENDERUN EĞİTİMİ
Acemi Oğlanlar Ocağı bir ilkokulsa, Enderun en üst düzeyde bulunan bir müesseseydi. Acemi oğlanlar arasında zeka ve kabiliyetiyle kendini kabul ettirenler bu ocaktaki eğitimlerini bitirince devşirmeliğin en güçlü müessesesi olan Enderun Mektebi’ne alınır, burada yeni bir eğitime tabi tutulurlardı. Acemi Oğlanlar Ocağı’ndan Enderun’a alınacaklar Giderek muteber mansapla ihraz edip, devletin ve memleketin siyasi ve içtimai hayatında birer uzuv olacaklarından, Enderun’a alınacakları zaman simaları kapıağası huzurunda kıyafet ilmini bilir bir zata tetkik ettirilir, yüzlerinde sa’d ve meymenet görülenler mektebe alınır, şirret ve fesat görülenler alınmazdı.
Ancak bu seçmeye ve Acemi Oğlanlar Ocağı’ndan başlayıp, Enderun’da devam eden eğitime rağmen, yani Türkleştirme-İslamlaştırma faaliyetine rağmen Enderun’dan yetişenlerin çok büyük bir ekseriyeti Türk Milletini hakir görmüş, aşağılamış, hakaretlerini yazılı belgeler halinde tarihe intikal ettirmiş, Türk Devleti’ne de ihanet etmişlerdir. Devşirmeliğin ve bu arada Enderun’un pek de aleyhinde olmadığı anlaşılan Osman Ergin, Enderunlular için Türkiye Maarif Tarihi’nde şunları yazmaktadır:
“... Dili, dini ve milliyeti ayrı olan bu yabancı unsurlar arasında bu kadar adam yetişmekle bunlar Türk kültürüne, Türk Milleti’ne hizmet etmekle beraber, hatta Türk’ten, Arap’tan ziyade Müslüman olmakla veya görünmekle beraber, içlerinde eski milliyetlerini hatırlayarak onu güden ve bu bakımdan Türk’e zarar veren, Türk’ü tahkir edenler de yok mudur? Şüphesiz vardır”(29)
Enderun’da yetişenlerin Türk’e zarar verişleri, Türk’ü anlamayışları, benimsemeyişleri ve Türk Devleti’ne ihanet edişleri doğrudan doğruya sistemin hatasından ileri gelmekte, bu yüzden de Osmanlı devlet teşkilatının temelindeki çelişkiyi oluşturmaktadır.
Enderun sistemi, organik bağ içerisinde çeşitli kademeleri bulunan bir eğitim sürecine dayanır. Buradaki başarı büyük ölçüde kendi içindeki bütünlükten gelmektedir. Adaylar özel olarak teşkil edilmiş, belirli kurallara göre hareket eden gezici ekipler tarafından fiziki, bedeni ve ruhi özellikleri incelenerek seçilirdi.
Bunların gönderilecekleri ailelerde de bazı vasıflar aranıyordu. Hazırlık sınıflarının bulunduğu saraylarda İslam kültürüyle ilgili derslerle bedeni kabiliyetleri geliştirecek spor dersleri esastı. Bu eğitim sisteminde başından sonuna kadar titizlikle riayet edilen ilkelerden biri “çıkma” idi. Başlangıçtan beri uygulanan bu usul Kanuni devrinde geliştirilmişti ve hazırlık sınıflarından Enderun eğitiminin sonuna kadar geçen süre içinde başarı ve ilerleme gösteremeyenler buradan alınıp ordunun çeşitli kademelerine verilirdi. Böylece ancak fevkalade başarı gösterenler eğitim süresini tamamlayabilirdi. Ayrıca oda ve koğuşlardaki sabit kontenjana göre belirli aralıklarla sayıyı azaltıp kabiliyetli yeni elemanlara yer açmak için de çıkma usulüne başvurulmuştur.(30)
İÇOĞLANI
İçoğlanı denen adaylara Arapça ve Farsçanın yanı sıra Kuran, ilmihal, tecvid, akaid ve amel dersleri veriliyordu. Düzenli olmamakla birlikte tefsir, hadis, fıkıh, feraiz, şiir ve inşa, hey’et, hendese, coğrafya, kelam, mantık, meani(31) usul bedi, beyan, hikmet, musiki, tarih konuları, İstanbullu hocaların yanı sıra Şiraz’dan, Hemedan’dan, Horosan’dan gelen uzmanlar tarafından Enderun’da işleniyordu. Ali Ufki Bey Enderunluların istekli okuduklarını, bilim kitaplarına ilgi duyduklarını, şiir ve edebiyat kitaplarını, ellerinden bırakmadıklarını anlatır.(32)
İçoğlanların yaşama düzenleri ilginçti.(33) Koğuşları mermer ve çinilerle kaplıydı. Bu mekânların üst katları ahşaptı. Sekiler yatak serip yatmaya mahsustu. Camekânlar, çeşmeler vardı. Her içoğlanı, kendi sandığını koğuş kerevetinde muhafaza ederdi. Gün kararmadan akşam yemeği yenir, ezan vakti herkes koğuşuna çekilirdi. Akşamla yatsı arası yataklar serilir, mum ışığında Kuran ve kitap okunurdu. Sabah namazından iki saat önce kalkılır, ilkin “divan” denen içtimaya katılınırdı. Sabah namazı koğuş sofalarında kılınırdı. Kuşluk yemeğinden sonra günlük çalışmalar başlardı. Acemiler, lala ve halifelerin yönetiminde hizmet verirlerdi.
Ders için dışarıdan gelen hocalar, Babüssaade’de törenle karşılanır, ders sonunda uğurlanırlardı. Öğleden sonraki saatlerde uygulamalı dersler ve spor çalışmaları yapılıyordu. Cirit, çomak, tomak oyunları yay, kılıç, matrak talimleri, nakışhane ve meşkhane denen atölyelerdeki sanat ve müzik çalışmaları bunlardandı.
İlkbaharda bir kısım içoğlanı hocaları ile saray bahçelerinde şifalı bitkileri toplar, bunlardan Enderun eczanesinde ilaçlar, şuruplar ve şerbetler hazırlanırdı. Dışarıdan gelen Türk ya da Yahudi hekimler, tedavi yöntemleri öğretirlerdi. Çok özel alanlara ilgi duyanlar, kendi harçlıkları ile hoca tutup kuyumculuk, saatçilik, sedefçilik, mimarlık, hatta mekanik öğrenirlerdi.(34)
Enderun kanunları pek sıkıydı. Tanzim ve tespit edilmemiş, tesadüfe bırakılmış hiçbir şey yoktu. Yatılacak, kalkılacak, dinlenilecek zamanlar, dakika şaşmazdı. Enderun’un subay derecesindeki öğrencileri, iki türlü öğrenim görürlerdi: İlmi öğrenimleri medreselerden getirilen müderrisler (profesörler) tarafından, askeri öğrenimleri ise aynı zamanda inzibatlarına bakan dairelerinin yüksek subayları tarafından sağlanırdı.
Bütün dairelerdeki öğrencilerin derslerden ne dereceye kadar faydalandıklarını, haber vermeden teftişe, Silahtar Ağa yetkiliydi. General derecesindekilerin haftada bir geceyi Saray dışında geçirmek müsaadeleri vardı; yüksek rütbeli subaylar, geceyi dışarıda geçirmeksizin haftada bir gün şehre inerlerdi. Kıdemsiz subayların şehre inmeleriyse ancak ağalarının nezaretinde olurdu.(35)
Hazırlık ve Enderun eğitimine devam eden gencin her hareketinin ölçülü olması gerekiyordu. Özellikle Enderun’da Akağalar, kurallara uyma konusunda son derece sertti. En küçük kusur bile cezalandırılırdı. Verilen belli başlı cezalar falaka, uykusuz bırakma, yemeği kesme idi. Bu disiplin gençlerin sabırlı, her türlü meşakkate dayanıklı, saygılı, alçak gönüllü olmalarını sağlardı. Yatakhaneleri koğuş şeklindeydi ve her sekiz on gencin arasında bir akağa yatağı bulunurdu. Pirinç ve et temel yiyeceklerdendi. Gençlerin fazla yemesine izin verilmediği gibi gıdasız kalmamasına da özen gösterilirdi. Gençlerin kabiliyetlerine göre her türlü makama ulaşabileceklerini bilmeleri onların prensiplere uymalarını sağlar ve çalışma azimlerini arttırırdı.
Enderun gençlerinin içinde bulunduğu çevre de onların bilgi ve görgülerinin artmasına yardımcı oluyordu. Topkapı Sarayı asırlarca yoğun idari, siyasi ve diplomatik faaliyetlere sahne olmuş bir merkezdi. Ülke dahilinden gelen beylerbeyleri, sancak beyleri, kadılar, Müslüman ve gayrimüslim devletlerden gelen diplomatik heyetler, elçiler, Divan-ı Hümayun üyeleri olan sadrazamlar, vezirler, kazaskerler hep bu sarayda yoğun faaliyet içerisinde bulunuyordu. Bu husus Enderunlu gençlere engin bir görüş ve tecrübe sağlıyordu. Gerek merkezde gerekse eyaletlerde çeşitli seviyelerde hizmet gören vezirler, beylerbeyleri, sancak beyleri ve diğer idari görevliler genellikle bu kurumdan yetişmiş kimselerdir. Tayyarzade Ata Bey ve Hızır İlyas’ın eserlerinde saray ve enderun hayatı ve burada oluşan kültür muhiti hakkında ayrıntılı bilgiler vardır. Özellikle Ata Bey’in eserinde, Enderun’da yetişen ve değişik alanlarda görev yapan alim, şair, devlet adamı, asker ve idarecilerin adları ve yer yer biyografileri verilmiştir.
General rütbesinde olmayanlar evlenemezler, evlenmek isteyenler derhal rütbelerine uygun bir görevle dış hizmete atanırlardı. Bütün bunlardan maksat, her çeşit insanla temas edip disiplin ve terbiyelerinin bozulmamasıydı. Diğer iki sebep de, hükümdarın şahsına ait hizmetleri aksatmamak, Saraya ait haberleri dışarıya yaymamaktı.(36)
ÇAVUŞLAR
Enderun tamamen farklı metotlara ve hedeflere dayanan medrese ile karşılaştırıldığında birinci kurumun hedefine ulaşma açısından daha şanslı ve başarılı olduğu görülür. Medrese eğitimi, ilmiyeye mensup ailelerin çocuklarına tanınan imtiyazlar ve himayelerle içeriden zayıflarken Enderun’un sıkı bir disipline dayanan, başarı ve mahareti yükselmenin yegane vasıtası yapan prensibi, kimseye bir ayrıcalığın tanınmadığı klasik dönemde bu kurumu imparatorluğun en başarılı eğitim müessesesi haline getirmiştir.
Nitekim Batılı birçok gözlemci ve uzun yıllar İstanbul’da kalmış elçiler medreseden ziyade Enderun eğitimiyle ilgilenmişler, en garazkâr olanları dahi takdirkar ifadeler kullanmışlardır. Ancak 17. yüzyılda mevcut usullere aykırı olarak bir takım himaye ve kayırmalarla Enderun’a şartlara uymayan kimselerin alınmaya başlanması, eğitim sisteminin gelişen yeni ihtiyaçlara ayak uyduramaması, özellikle bu dönemlerde kapıkulu askerinin iktidarı belirleyici büyük nüfuz ve gücü, Enderun’daki disiplinin ve eğitim kalitesinin sarsılmasına yol açtı. Genel olarak imparatorluktaki diğer kurumlar gibi bu müessese de önemini yitirmeye başladı. Buna rağmen Enderun 19. yüzyıl başlarına kadar etkisini devam ettirmiş, daha sonra ise Batı tarzında açılan mekteplerden yetişenler idarede söz sahibi olmuşlardır.
Enderun’daki eğitim Büyük ve Küçük odalar, Doğancı Koğuşu, Seferli Koğuşu, Kiler odası, Hazine odası ve Has oda olmak üzere yedi kademe üzerine kurulmuştu. Buradaki eğitimi sonuna kadar götüremeyen iç oğlanlar ara sınıflardan aynı şekilde çıkma adıyla ayrılarak çeşitli askeri birliklere katılırlardı.
Enderun un ilk iki kademesinden Küçük oda Babüssaadeden içeri girince solda, Büyük oda ise sağda yer almaktaydı. Bu odalara acemi oğlanları mektebinden üstün başarı ile mezun olan gençler alınırdı
Bunlar İslam dini ve kültürü, Türkçe, Arapça ve Farsça dersleri görür, güreş, atlama, koşu, ok çekme gibi spor talimleri yaparlardı. Bu odalarda okuyanlar “dolama” denilen bir çeşit sarık giydikleri için bunlara “dolamalı” denilirdi. Gençler yaklaşık on beş yaş civarındaydı. Buralarda disiplini sağlayan, gençlere çeşitli konularda yardımcı olan lalalar bulunuyordu. Büyük odanın kadrosu 100, Küçük odanın 60 iken 17. yüzyılda toplam kadro 258’e ulaşmıştı. Bu odaların 1675'de kaldırıldığı belirtilmektedir. Enderun’un üçüncü derecesi Doğancı Koğuşu idi; kırk kadar gencin talim gördüğü bu koğuş, 4.Mehmed zamanında kaldırılmıştır.
Seferli Koğuşu 1635 yılında 4.Murad tarafından teşkil edilmiştir. Önceleri Enderun halkının çamaşırlarının yıkanıp düzenlenmesi hizmetini görürken daha sonra çalışmalar sanata kaydırılmış ve buradaki gençler musikişinas, hanan, kemankeş, pehlivan berber vb. meslek dallarında yetiştirilmişlerdi. Nitekim bu koğuştan birçok musikişinas ve şair çıkmıştır. Saray dilsiz ve cüceleri de aynı koğuşta eğitilmiştir. Seferli Koğuşunda 100 kadar genç eğitim görür, bu koğuşun iç oğlanları çıkmalarda sipahi bölüklerine verilirdi.
Kilerci Koğuşu, Fatih Sultan Mehmed zamanında kurulmuştur. Buranın amiri serkilari-i hassa idi. Padişaha yemek servisi yapmak bu koğuşun göreviydi. Burada bulunan iç oğlanları hükümdarın ve Harem-i Hümayunun ekmek, et, yemiş, tatlı, şerbet gibi her türlü yiyecek ve içecek ihtiyacını hazırlar ve muhafaza ederdi. Saray odaları ve mescitlerinin mumları da bu koğuş tarafından temin edilirdi. Bunların sayıları otuz kadardı. Kilerci Koğuşu iç oğlanları çıkmalarda kapıkulu süvari bölüklerine girerlerdi.
Hazine Koğuşu da Fatih tarafından teşkil edilmiştir. Buranın amiri hazinedar başı ve hazine kethüdası idi. Hazinedar başı sarayın en nüfuzlu görevlilerindendi. Sarayda hizmet gören, sayıları 2000 civarındaki “ehl-i hiref” denilen saray sanatkarlarının başı olduğu gibi Enderun hazinesi ve saraya ait mücevherat ve kıymetli eşyanın korunmasından da sorumluydu.
Barış ve savaş zamanlarında padişahın yanından ayrılmazdı. Bu koğuşun mevcudu zaman zaman 150’ye kadar çıkmıştır. Buradan çıkma olduğunda gençler kapıkulu süvari bölüklerine, mütereferrikalığa ve çeşnigirliğe girerlerdi.
Has Oda, Enderun kademelerinin sonuncusu olup yine Fatih tarafından kurulmuştur.
Has Odanın dört meşhur zabiti has odabaşı, silahdar, çuhadar, rikabdar idi; bunlardan sadece has odabaşının padişah huzuruna çıkma yetkisi olduğu Fatih Kannunamesinde belirtilmiştir. Has Odanın toplam mevcudu 40 civarındaydı. Has odalıların görevleri arasında Hırka-i Saadet Dairesini temizlemek, eşyasının bakımını yapmak, kandil gecelerinde öd ağacı yakmak, gül suyu dökmek ve mukaddes emanetleri korumak gibi işler sayılabilir.
Hünkar müezzini, sır katibi, sarıkçıbaşı, kahvecibaşı, başçavuş gibi padişah hizmetinde bulunalar da Has Oda mensupları arasından seçilirdi. Hareme bitişik “mabeyn” denilen odada bulunan Has odalılardan çıkma olduğunda bunlar kıdem durumlarına göre önemli görevlere tayin edilirlerdi.(37)
Padişahın günlük yaşamı, sarayda veya saray dışında içoğlanları ile bir arada geçiyordu. Sabahleyin haremden Enderun’a geçen padişahı Has odanın zülüflü ağaları karşılayarak Has odaya yada bir köşke götürürlerdi. Padişahın dinlenmesi, eğlenmesi, çalışması için Enderunlular titizlikle hizmet vermekteydiler. Örneğin o yemek yerken meddah, mudhik içoğlanları, cüceler oyunlar sergilerler, kilerci başı, hekimbaşı, silahlar çeşnicibaşı hazır bulunurdu. Öğleden sonra saray bahçelerinde polo, cirit, ok müsabakaları, kapalı havalarda köşklerde hokkabazlık, köçeklik, tavşan oğlanı oyunları sergilemek de içoğlanlarının görevlerindendi. Bamyacı lahanacı müsabakaları Enderunluların geleneksel spor ve savaş oyunlarıydı.
Saraydan izinle çıkmaları ancak zafer ve cülus şenlikleri gibi çok özel durumlarda söz konusu olan Enderunluların, saray ortamında, harem Dairesi dışında her bölüme girip çıkmaları olağandı.
İçoğlanları bazen maskeler takarak ayı postlarına bürünerek karnavallar düzenlerler, sıkça satranç, körebe, minkale oynayarak vakit geçirirlerdi. İçki ve tütün kullanmaları yasaktı. Suç işleyenler falakaya yatırılır, suçlu bulunamazsa tüm koğuş halkı cezalandırılırdı. Hastalanan içoğlanı, iki arkadaşının çektiği kırmızı araba ile Babüsselam yanındaki tımarhane denen hastaneye götürülürdü.
Enderunluların asıl şenlikli grubunu seferliler oluşturmaktaydı. Buradaki gençler arasında maskaralar, köçekler, rakkaslar, müzisyenler, hananlar çoktu. Davul ve zurna, tüm Doğu sazları bu koğuşta öğrenilip çalınır, besteler burada yapılırdı. Valide Sultan haremde, padişah sofa köşklerinde müzik yapmalarını istediklerinde saz ve ses grupları olarak bu mekanlara geçerlerdi.
Enderun’da bulundukları sürece sakal bırakamayan, evlenemeyen içoğlanları, nefislerine hakim olmak zorundaydılar. Ancak, her yıl Arz odası önünde bir törenle yinelenen çıkmalarla dış göreve atananlar için özgürlük başlar, bunlar evlenip yuva kurabilirlerdi. Enderunlular sarayda aldıkları yüksek kültürü, yaşama disiplinini İstanbul’a ve imparatorluğun büyük kentlerine taşımışlardır.
Enderun koğuşlarının içoğlanı mevcutları dönem dönem farklı olmakla birlikte 30-150 arasında değişmekteydi. Genel mevcut 250-400 kadardı. Başlangıçta Babüssaade’yi bekleyen ve Enderun'un amirleri olan hadım akağalar da 80 dolayında mevcutlarıyla Enderun kadroları içindeyken, 18.yy. başında akağalarda Enderunluların bağlantısı giderek azaldı.
Osmanlı askeri ve idari aristokrasisinin temelini oluşturan Enderun, gerçi bir hizmet örgütüydü. Bununla birlikte İstanbul tarihini de yakından ilgilendiren çok sayıda sanatkâr, devlet adamı bu kurumdan yetişti. Ayrıca burada, İstanbul medreselerinin program dışı bıraktığı konu ve alanlarda hizmete ve uygulamaya dayalı seçkin elemanlar yetişmekteydi. Buradan birçok mimar, hattat, bestekâr, nakkaş, sedef ustası, yazar, tarihçi, şair ve sporcu çıkmıştır. Yaşları 14-30 arasında olan yakışıklı, yetenekli, becerikli, disiplinli ve dinamik, türlü ulustan gençler, saray ortamında incelik ve kültür edinerek, siyaset öğrenerek İstanbul Yüksek zümresinin ilk safını oluşturmaktaydılar.(38)
Enderun; kuruluş, işleyiş biçimi, rol, statü ve yönelimi bakımından en kısa zamanda düzenle bütünleşmiş ve sistemin asli unsuru haline gelmiştir. Bir yanda, deyim yerindeyse Türk soyluları (aristokrasisi) öte yanda fetihlerden ele geçirilen savaş tutsakları ve Kafkasya yaylalarından getirilen memluk (köleler) olmak üzere yeni bir tabakalaşmaya rastlıyoruz.
“Enderun, kurulduğu tarihten itibaren Türklük bilinci tamamıyla siliniyor, yerine Osmanlılık ve Müslümanlık geçiyordu. Bunlar, saray kültürüne, hizmetin ötesinde imparatorluğun diğer yerleşik alanlarına kayıtsız kalıyorlardı. Hatta, Osmanlı deyimi, bir millet anlamına değil, Emeviler, Abbasiler ve Selçuklular gibi hanedan anlamına anlaşılıyor ve Osmanlı devleti geçmişin büyük İslam İmparatorluklarının doğrudan doğruya varisi ve halefi sayılıyordu”(39)
Türk olmayanı mükâfatlandıran ve Türk’ü kendi devletinin idaresinden de, kendi ordusunun komutanlığından da tardeden Enderun okulundan çıkanların halka yönelik zulmü, zamanla Anadolu’da milli ayaklanmaların başlamasına yol açmış, Osmanlı devleti, Kendi tebaası olan Türklerle savaşlar yapmak durumunda kalmıştır.
Osmanlı devletinin büyüklüğünün nedenini köleleri yönetici sınıfa getirmesine ve doğuştan Müslüman olanları (yani soyluları) devlet görevi dışında tutmasına bağlayıp, Müslüman halkın da düzenin içine girmeleriyle çöküşün oluştuğu teorisine “Shaw” karşı çıkarak, “Hıristiyan Avrupa çıkarlarına böyle bir tezin uygun düşebileceğini“ ileri sürmektedir.(40-41-42)
Osman Ergin devşirme yöneticileri şöyle anlatıyor:
"Bunlar içinde İslamiyet’i anlamayanlar, ona ısınamayanlar da vardır. "Bir Sadrazam; cami mektep, medrese yaptırmış iken, Eflak-Boğdan taraflarında da bir Hıristiyan köyünde bir kilise yaptır" der... "hayretle yüzüne bakılınca “Hocalar Müslümanlığın, papazlar Hıristiyanlığın hak din olduğunu söylüyorlar, öteki dünyada Hıristiyanlık doğru çıkarsa Kilise İslamiyet doğru çıkarsa Cami işime yarar" deyivermişti(43)
Lamartine; annesi de Hıristiyan olan bu Ayas Paşa’nın Hıristiyanlara uysal, hatta taraftar davrandığını yazmaktadır. Arnavutluk’ta, devlet aleyhine gelişen ihtilal hareketlerine göz yuman Ayas Paşa için Hayrullah Efendi tarihinde şunlar okunmaktadır:
Hayrullah Efendi "Ayas Paşa İşkodralı olduğundan isyanı kendi eliyle kışkırttığı için Arnavutluk’ta günden güne ihtilal çoğalmakta idi" Birçok vezir ve vezir-i azam gibi “Nasuh Paşa” da bir Rum papazın oğludur. “Askeri seferler sırasında sınır boylarına doğru harekete geçmiş ordu başkomutanlarının, vezirlerin, doğdukları köye uğrayarak ana-babalarının gönlünü yüceltmek için yollarını değiştirdikleri çok görülmüştür”(44)
Halk arasında halen veli olarak bilinen ilk devşirme vezir-i azam Mahmut Paşa “İslamiyete sadıkmış gibi görünmüştür"  Rum Mahmut Paşa ilk dinini ve ait olduğu ırkı unutmamış, Müslümanlara gaddar Hıristiyanlara karşı, daima müsamahalı davranmıştır. Devşirme kini, Türk'ten İslam’dan kopma, hatta Türk’e İslam’a düşman olma yoğunlaşarak devam etmiştir. 16.asırda ise devletin bütün kudreti alelade kabiliyetleri olan sultanın kölelerinden eline geçmiştir.
Devşirmeler, Türk Milleti’ne karşı böylesine gaddar ve Türk Devleti adına da herhangi bir endişeleri olmayan kişilerdi. Devşirmeler, İktidarı servet elde etmenin bir vasıtası olarak kullanmışlardır. Devlet kadrolarını rüşvet karşılığı satmışlardır.
Devşirmeler, devletin sırlarını rüşvet mukabili düşman devlet temsilcilerine bildirmişlerdir. Devşirmeler, seferleri geciktirmişler, açılan seferleri yarıda kesmişler Türk Ordusu aleyhine acımasızca ihanet etmişlerdir. Devşirmeler, özellikle Türk ırkına mensup olan ikta sahiplerinden vergi adında haraç almışlardır.
Siyasi bakımdan olduğu kadar mali bakımdan da güçlenen Devşirme köleler, Osmanlı düzeninin egemen sınıfını oluşturmuşlardır. Devşirmeler sistemin yeni sahipleri halkı acımasızca soymuşlar çok büyük servetlerin sahipleri olmuşlardır.
Devşirme Dukaginoğlu Ahmet Paşa, Yeniçerileri Yavuz’a karşı isyan ettirmeye cesaret edebilmektedir. Cem Sultan’ın zehirletilmesi olayına karışan Koca Mustafa Paşa hamam tellaklığından imparatorluğun vezir-i azamlığına gelebilmektedir!
Milliyeti meçhul sadrazam Yunus Paşa, Şah İsmail adına casusluk yaparak ihanet ederken, ölen Kölemen beylerinin haremlerine tasallut etmektedir. Öz be öz Türk olan Şah İsmail'in de aynı Osmanlılar gibi bir avuç Türk düşmanı (farisi) memurun güdümünde olduğunu esefle belirtelim.
İSTANBUL'DAN BUDİN'E YAPILAN YARDIMIN
ARKASINDAKİ ACI GERÇEK !
Hamaset ustaları Osmanlı Devletinin İslamiyet’i yaymak,  Hıristiyanları Müslümanlaştırmak çabası gösterdiğini anlatırlar. Bunlara göre “Osmanlı Devleti, tam anlamı ile İslami bir devlettir” Halbuki bu tamamıyla yanlıştır.
Devşirmeler yanlarına ve hükümet işlerine Türkleri değil kendi milliyetine mensup olanları getirmeyi adet edinmişler ve bundan dolayı asıl devletin sahibi olan Türkler hükümet işlerine yabancı kalarak çoğunlukla köylerde sefil ve perişan bir hayat geçirirken,(45) onlar akrabalarına para mevki ve unvan dağıtmışlardır. Avrupa’nın zenginleşmesi Anadolu’nun fakirleşmesinin asıl sebeplerinden birisi de budur.
Nitekim Osmanlı’nın sömürgecilik yapmadığı, yardımsever olduğuna örnek olarak anlatılan  “İstanbul’dan, ihtiyaç içindeki Buda’ya 1559’da 260 bin 1560’ta ise 280 bin altın yollanmıştır”(46) veya “Türk işgalciler istismar yerine Budin vilayetine gelirden fazla para harcadılar. 1550-1560 yıllarında vergi gelirleri giderlerin üçte birinden azdı. Böylece bu yıllarda İstanbul’dan Budin’e 17-18 Milyon altın akça getirilmiştir”(47) şeklindeki anlatımların arkasındaki asıl gerçek Türklerden çalınarak Avrupalılara aktarılan paralarla ilgilidir.
Nitekim aynı yıllarda Sadrazam bulunan Hırvat Rüstem Paşa’dır ve bu paraların gönderilmesi sırasında Osmanlı akçesi %35 devalüe edilerek Türk insanı sefalete ve açlığa itilmiş, Bu yokluk nedeniyle medreseliler dağa çıkarak Suhtelik (eşkıyalık) yapmaya başlamışlardır. Osmanlı tarihinde bunun sayısız örneği vardır.
Sevgili Okurlar,
III. Selim’den itibaren Türk’e dönüş daha değişik bir ifadeyle Türk gençlerine devlet kademelerinde yer verebilmenin önünü açacak eğitim teşkilatları kuruldu. II. Mahmud, 1831 de Enderun örgütünü dağıttı. İlkin Enderun-ı Hümayun Nezareti kuruldu. 1832 de ise Mabeyn-i Hümayun Müşirliği oluşturuldu. 1850’lerde Topkapı Sarayı tamamen terk edilince, burada hazine kethüdasının yönetiminde Hazine-i Hümayun ile Hırka-i Saadet’i bekleyen ve buraların bakımını, temizliğini yapan az sayıda bir Enderun müstahdemleri kadrosu bırakıldı.
Buraya alınan gençler içinde rüştiye düzeyinde (3 yılı iptidai, 4 yılı rüşti olmak üzere 7 yıllık) bir eğitim öngörüldü. Ayrıca bir de “sınıf-ı mahsus” (özel sınıf) vardı. Burada dini ilimler, kelam, edebiyat, mantık, tarih, riyaziye okutulmaktaydı. Bu okul 1909’da kapatıldı. Has oda, Hazine ve Seferli sınıflarından enderun hademelerinin, özel bir muallimden Kuran okumaları ve akaid dersleri almaları yeterli görüldü. 1923 de Enderun tümüyle kaldırılarak Topkapı Sarayının müze yapılması kararlaştırıldı ve sarayın korunması yeni esaslara bağlandı (48)
II. Mahmud’dan itibaren Türk Gençlerinin yüksek tahsil eğitimi almasının hatta Avrupa’ya gönderilerek batı ile rekabet edebilecek devlet adamlarının yetiştirilmesinin önü açılsa da bu imkândan daha ziyade Rumlar, Ermeniler ve devşirme yöneticilerin çocukları istifade ettiler. Bir başka yazımızda bahsedeceğimiz gibi Gayrı Müslim çocuklarından oluşan ve devletin neredeyse tüm kademelerini ele geçiren “Tanzimat efendileri” adını verdiğimiz yeni bir zümre ortaya çıktı.
Çağdaş eğitimin yaygınlaştırılması kurulan yabancı kolejlerde on binlerce Rum, Ermeni, Yahudi ve Levanten eğitim gördü. Robert Kolleji örneği yaygınlaştırılarak Anadolu’nun her tarafında misyoner –Ajan- okulları kuruldu. 19. Yüzyıl boyunca (1800’lü yıllarda) 65.000 civarında Rum ve Ermeni Amerika başta Batı ülkelerine götürülerek Türk düşmanı olarak eğitildi. Akademisyen olarak yetiştirildi.
Saygın ve zengin insanlar haline getirilerek Başta Ermeni davası olmak üzere Devleti Aliyye’yi (Hanedan Türk Devletini) yıkmak Türk varlığını ortadan kaldırmak için görev ifa ettiler. İşte bu gün Türkiye’nin en zeki en başarılı evlatlarının okuduğu okullarda huzursuzluk çıkararak onları dışarıya kaçırmaya çalışan işbirlikçiler dünkü hainlerin İslam maskesi takmış torunlarıdır. 
Sevgili okurlar,
Cumhuriyetin kuruluşu ile Türk Milleti kendi iktidarının sahibi olmuştur. Köklü bir tarihi kültüre sahip bulunan Atatürk, tarihten bu yana Türk milliyetçiliğinin muhtevası içerisinde bulunan bütün hususları en ince ayrıntılarına kadar tespit ederek Türk milliyetçiliğini devletin resmi politikası haline getirmiş, yeniden Türklerin dirilişinin önünü açmıştır.
Bu günkü devşirmelerin yetiştirdiği hainlerin, Dini ve etnik taassubun temsilcisi cemaat tarikat terör örgütü siyasi vd her türlü ihanet oluşumu ve onların deniz dibinden daha alçak ruhunu paraya satmış uşaklarının,  Cumhuriyet ve onun kurucusu Büyük Önderimiz Atatürk ile uğraşmalarının asıl sebebi Cumhuriyetin Türk Milletinin menfaatlerini korumak, ilelebet tam bağımsız yaşamasının temini amacıyla kurulmuş olmasıdır. İçimizdeki devşirmelerin tıpkı geçmişte olduğu gibi tepelere tırmanarak Türk Devletine ve Türk Milletine verdikleri zararları daha iyi anlayabilmemiz bakımından Osmanlı devletinin kaderine yaklaşık 500 yıl tesir eden ve önce zayıflamasına daha sonra yıkılmasına, milyonlarca Türk’ü 470 yıl boyunca iliklerine kadar sömüren, Yüzbinlerce Türk’ü kendi icat ettikleri düzmece suçlamalarla acımasızca katleden milyonlarcasınında düşmanlarca katledilerek hayatını kaybetmesine sebep olan dünkü devşirmeleri ve ihanetlerini iyi bilirsek bu günkü devşirmelerin neden bu kadar vicdansız neden bu kadar işbirlikçi ve hain olduklarını çok daha iyi anlayabiliriz. Anlatmaya devam edeceğiz.
Değerli Arkadaşlarım,
Arada bir yorum ve mesaj yasaklısı olmam sebebiyle çok kıymetli olduğunu gördüğüm ve yeni çalışmalar yapmama büyük katkısı olan yorumlarınızı beğenerek okuyorum ancak cevap vermede gecikiyorum. Bu sebeple hoş görünüzü ve değerli yorumlarınızı bekliyorum.
Bir sonraki paylaşımımız da bir arada olmak dileğiyle Tüm değerli Arkadaşlarıma sağlık mutluluk ve başarılar diler, en içten sevgi ve Saygılarımı sunarım.
05.03.2021 SAAT 022.30
TANER ÜNAL
DİPNOTLAR
1. Mehmet İpşirli, Enderun, TDV İslam Ansiklopedisi, 11. Cilt, İstanbul 19
2. Mehmet İpşirli, Enderun, TDV İslam Ansiklopedisi, 11. Cilt, İstanbul 1995, s. 185-186
3. Bakınız Tarihi Gılmani, Latif-i Enderun, Ata Beğin Enderun Tarihi
4. İsmail Hakkı Baykal, Enderun Mektebi Tarihi İstanbul 1953,1,7-16
5. Stanford Shaw Osmanlı İmp. ve Modern Türkiye 1982 1. Cilt Sayfa 169
6. Stanford Shaw sayfa 169
7. Türk Maarifi isimli eserde Osman Nuri Ergin s.17
8. Osman Nuri Ergin, Maarif tarihi s.18
9. Mehmet İpşirli, Enderun, TDV İslam Ansiklopedisi, 11. Cilt, İstanbul 1995, s. 186
10. Osman Nuri Ergin, s. 18
11. Mehmet İpşirli, Enderun, TDV İslam Ansiklopedisi, 11. Cilt, İstanbul 1995, s. 185-186
12. Prof. Dr. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Saltanatı, Osmanlı Tarihi I. Cilt, 5. Baskı, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1988 S. 498-499.
13. Prof.Dr. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, 1988 S. 499
14. Prof.Dr. Ülker Akkutay, Sayfa 190
15. Prof.Dr. Ülker Akkutay, Sayfa 190
16. Stanford Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, s. 136, Birinci cilt, 1982
17. Prof. Dr. Orhan Türkdoğan, Sayfa 255
18. Ali Yürük, Türkiye Neden Böyle, 11.Baskı, Ankara Ocak 1994, S.195
19. Osman Nuri Ergin, s.18
20. İsmail Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, c.5, İst. 1971, s 107
21. 19- O.N.Ergin, s. 19
22. Prof. Dr. Orhan Türkdoğan, Kemalist Sistem Kültürel Boyutları Mart 1999, Sayfa 255
23. M. ÇAĞATAY ULUÇAY, Padişahların Kadınları ve Kızları, TTK Yay., Ankara, 1992
24. HAMMER, Mümin Kılıç ve Erol Kılıç’ın hazırladığı basım. İstanbul, 1989, C.IV. s 533
25. Prof.Dr.Çetin Yetkin Türk Halk Eylemleri 1993 s 125
26. Prof. Dr. Orhan Türkdoğan, Sayfa: 256
27. Prof.Dr. Stanford  Osmanlı İmparatorluğu ve Modernleşen Türkiye E yayınları İst.1982
28. B. Lewis, s.2 Akt Prof.Dr. Orhan Türkdoğan, Kemalist Sistem Kültürel Boyutları, Anfa, Mart 1999, Sayfa 258-259
29. Osman Ergin, Türkiye Maarif Tarihi, c. 1-2, İst. 1977. s.18
30. Mehmet İpşirli, Enderun, TDV İslam Ansiklopedisi, 11. Cilt, İstanbul 1995, s. 186
31. Anabritannica, 8.cilt, Baskı Güzel Sanatlar Matbaası A.Ş.1988,s 177
32. Necdet Sakaoğlu, Enderun, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi 3.cilt, Anabasım A.Ş. İstanbul, 1994, s 173
33. Mehmet Refik Bey, Edebiyat-ı Umumiyet Mecmuası Nu: 16, s 277
34. Necdet Sakaoğlu, Enderun, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi 3.cilt, Anabasım A.Ş. İstanbul, 1994, s 173
35. Hayat Ansiklopedisi 2.Cilt, Hayat Yayınları, Enderun, s 1092
36. Hayat Ansiklopedisi 2. Cilt, Hayat Yayınları, Enderun, s 1092
37. Mehmet İpşirli, Enderun, TDV İslam Ansiklopedisi, 11. Cilt, İstanbul 1995, s 186
38. Necdet Sakaoğlu, Enderun, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi 3.cilt,. 1994, s 173
39. Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, s 2, 1984, TTK yayınları, Ankara
40. S.Shaw, Akt Prof. Dr. Orhan Türkdoğan, Sayfa: 268
41. Taner Timur, Osmanlı Çalışmaları İlkel Feodalizmden Yarı Sömürge Ekonomisine, İmge Kit., 3.Baskı, 1998, S 41-42
42. Osman Nuri Ergin, Türkiye Maarif Tarihi, c. 1-2, İst. 1977, s 18
43. Osman N.Ergin, Türkiye Maarif Tarihi c. 1-2, s. 17, 9 numaralı dipnot
44. Stefanos Yerasimos, , c. 1, s. 297
45. Prof. Dr. Orhan Türkdoğan, Sayfa 256
46. Gykaldy Nagy, Studia turco Hungaria s 19
47. Lazlo Rasonyi Türk Devletinin Batıdaki Varisleri İlk müslüman Türkler s 112
48. Necdet Sakaoğlu, Enderun, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi 3. cilt, Anabasım A.Ş. İstanbul, 1994, s. 174"