24 Kasım 2009 Salı

Les Climats


Bir insanın kendine edeceği başat kötülüklerden biri fransız filmlerini bilhassa Nuri Bilge Ceylan yapımlarını sevmek.

Nuri Bey'in sinemasının tek güzel yanı film devam ederken mutfaktan bir şeyler almaya gidebilmek ve hatta bulaşığı yıkayıp dönebilmek. Nuri hiçbir şey kaçırmadığınızın garantisini veriyor.

Bu kısa ama derin yönetmen eleştirisinden sonra gelelim "iklimler"'e.

Efenim iklim dediğin bir nedir? Gelir geçer ve yine gelir bir merettir.

İnsan ilişkilerindeki bu sebepli-sebepsiz, gel-git'ler ile ilgili güzel bir anlatı bu film.

"Issız adam"da anlatılmak istenen ama retro-porno arasında sıkışıp eriyen mevzu da buna benzerdi sanırım.

Bu filmde kararında bir ruh daralması ve istikrarlı bir umutsuzluğu yakalamak çok mümkün.

Hazır konu açılmışken insan ilişkileri, bilhassa kadın-erkek ilişkisi hakkında biraz daha atma fırsatını kaçırmayacağım elbet.

Filmin başında kadını anlaşılmaz, histerik ve itici bulduk/bulacağız değil mi? Çünkü kadınlar hep böyle anlaşılmaz, detaycı, hasta ruhlardır. Neyseki bunun böyle olmadığını, aslında çou zaman erkeklerin kadınları delirttiğini anlatan filmler mevcut. Bu film böyle bir film demiyorum. Bu film sorular soran, yanıtlar vermeyen felsefi filmlerden biri. Ama kadın da erkek de zor. İnsan zor belli ki?

Film ilerledikçe anlıyoruz ki asıl arıza ne istediğini bilmeyen, belki de aslında hiçbir şey istemeyen çünkü evet ne istediğini bilmeyen İsa.

Filmle ilgi en güzel sahne bence Bahar'ın sahilde uykuya daldığı ve İsa'nın onu önce öptüğünü, sonra kumlara gömdüğünü sonra da kumları kafasına döküp boğmaya çalıştığını gördüğü sahne idi. Bu bir insanı sevmek ama ona güvenmemekle yaşanan korku ve ruh daralmasını çok güçlü ifade eden bir resimdi.

Daha pek çok resim arda arda geldi. İsa'nın detaylardaki şeytanlıkları, Bahar'ın sürekli saklamaya çalıştığı zayıflıkları.

Her ikisi de birer çocuk olan iki yetişkinin oyun oynarken birbirlerinin gözünü çıkarma noktasına gelişleri.

Dediğim gibi film cevap vermiyor, ama sorduğu sorular da yeni değil. Yine de mutfağa giderken 'pause'a tıklamamak elde değil.

Teşekkürler Nuri Bilge Ceylan. Memleketi ve onun insanını en güzel fotoğraflayan insan.

5 Ekim 2009 Pazartesi

Mutsuz

Diego Velázquez, Ezop

Öyle mutsuzdu ki, o gün sanki ölümünün birinci yıldönümüydü ve buna sevinemeyecek kadar yorgundu.

Kusmak istediği ama kusamadığı her şeyi yuttu. Yuttu. Ta ki göz çukurları, avurtları ya da ayaları arasında fark kalmayana kadar. Bedensiz ve soluksuz. Küçücük kaldı.

Küçük, korumasız ve korkak biri olarak kapıdan çıktı. Yine de kapıyı kapattı.

Esnaf tozlar kalkmasın diye dükkanların önünü suluyordu. Yaz güneşi istenmediğinde tam bir baş ağrısı.

Bir kedi kaldırımda, fütursuzca uzanmış, ara ara geriniyor. Bir kedi kendi dünyasını çoktan kurmuş, hayatı umursamıyor. Kedinin yanına uzandı. Aynı gökyüzüne aynı açıdan baktı. Hala küçük ve korkaktı. Kediyle vedalaştı.

Her zaman kullandığı ara sokaklara daldı. Ara sokaklardaki metruk binalar onu bekler gibiydi. Onlar tam da onun yuvasıydı. Oysa gitmesi gereken bir yer vardı. Asfalta yapışıp, karışmak istedi.

Bir kapı, bir başka kapı daha, uzun ve kısa koridorlar hepsinden tek tek geçti. Bütün bu yolculuk ne içindi?

Yoruldu, daha da yoruldu, çok yoruldu. Soylu bir uğraşı olsun istedi bir an. Sonra yine yoruldu.

O mutsuzdu.

6 Eylül 2009 Pazar

Küçük şeyler

-Yapabilir misin?
-Yaparım ama insanlığın buna hazır olduğunu sanmıyorum.
-Sadece bir konserve kutusu?
-Cevabını bildiğin sorular sorma o zaman!

Konuşmak için konuştuğunu sandığında, aslında konuşmak istemeyen ama konuşacak çok şeyi olanlardansanız buyurun.

"İkircikli kadar itici bir kelimeyi keşfederken ne geçiyordu aklından?" İşte sormak istediğim sorulardan biri bu mesela.

Upuzun ve sonu hiçbir yere varmayan koridorlarda yürüyoruz. Sonsuza dek sürecek sanıp ilk dönemeçte boşluğa düşüyoruz.Düşünüp de düşmeyene rastlamadım. Düşeceğini bile göre düşünmeyi anlamadım.

-Karısı namünasip bir sergüzeşte duhul olmuş..
-Nolmuş?
-Karı orospuymuş, önlü arkalı vurduruomuş ona buna
-Hadi ya
-Üzülme lan teli var bende

En ufak bir fırsatta bütün senaryolar doğaçlamaya dönüşebiliyor. Doğallaşacağız diye ortalık bokla sıçıp sıvanabiliyor.

Yalan söylemeye gerek kalmayacak kadar güzelleşemiyoruz. Güzelleşememe sorunumuz var insanlıkçanak.

-Kötü bir koku alıyorum
-Öldün mü?
-Belki sen ölmüşsündür?
-Ben bu gün pastırma yedim, ölsem daha bi pastırma kokardım
-Ben de yedim ya

Bazen birlikte yaşanan şeyleri tek yaşamış gibi hissetmemiz bizim yalnızlığımız arkadaşım. Sonra dönüp "Ama o da beni böyle böyle hissettirdi" demenin bir anlamı yok. Kimse senin içindeki hissi alıp yoğuramaz. Hamur da, maya da, el de sende.

13 Temmuz 2009 Pazartesi

üçüncü sayfa ölüsü

Büyük büyük laflar eden küçük adamların gölgesinde saklandım. Egeden karadenize akan su kadar olamadım.

Eşit ve hızlı adımlarla gidiyorum derken hep kendime yakın kaldım. Bana bunun yanlış olduğunu söylediler. Kandım.

Yazacak bir şey yok diye günlük bile almadım. Kimsenin günlüğünde adımın geçtiğini de sanmıyorum. Hepinizden özür diliyorum. Vaktinizi çaldım.

Bazen kuşlara yem atmak için cami avlusuna gittiğim olurdu. Bana aşktan bahsederlerdi. Hiç şahit olmadım.

Yıllar önce aldığım güzel bir ceket daha ilk günden kaybolmuştu. Dilim söylemeye varmıyor ama sanırım çalınmıştı. Artık o kadar da üzülmüyorum.

Annemin bana bahsettiği geçmiş geleceğim de çok geride kaldı. Pek anlattığı gibi olmadı ama yine de güzel çorba yapardı.

Pazartesi pazar gibi boş geçecekti. Salının da pazartesinden farkı olmayacaktı. Belki bir kupon yapardım. Belki bir at da benim için koşardı. Ama sanmıyorum.

Çok güzel bir şarkı duymuştum. Anlamadığım bir dilde. Sanırım ingilizce. Piyano vardı, hisli bir şeyler anlatıyordu. Keşke anlayabilseydim.

Söylemek istediklerimin çoğunu söyleyemedim. Genellikle dinlemediler, nadiren de anlamadılar. Olsun her şeyi aklımda tuttum. Hiç unutmadım.

Umutlandığım günler de oldu. Nerden geldiğini anlamadığım bir enerji içimi kapladı, herşey birden değişecek sandım. Sonra yağmur yağdı. Yine çamur, yine bulanıklık. Kirlendim. Yoruldum.

Asla yalan söylemedim. Kimse de lütfedip bana yalan söylemedi. Oysa kandırılmaya çok hazırdım. Karanlıkta korkan her çocuk gibi.

Biraz çay içmeyi özlerim diye düşünüyorum. Bir de kuşları. Tütünü bırakalı 5 yıl oldu. Yoksa onu da özlerdim.

Bu gün aklımdan geçenleri unutmak istedim. Bu gün yağmurdan kaçmaya karar verdim. Bu gün ben de aşk şarkıları söyleyen kuşlar gibi ürkek ve arsızım. Yine de cesur bile sayılırım. Gerçi utandım da. Ayakkabımın teki kaybolmuş, biraz da çirkin gözüküyorum hatta belki korkunç. Neyse zaten öyle güzel de biri değildim.

Beni bulan yaşlı kadın çok korktu. Neredeyse kalp krizi geçirecekti. Kendini sokak kedileriyle avutan, birazcık daha yaşamak için günde 3 kutu hap içen birine bunu yapmamalıydım, biliyorum. Bildiğim ne kadar çok şey vardı. Küfelerce.

Pazar yapacak bir şeyim yok. Pazartesi ve salı da. Ama bu beni o kadar da üzmüyor artık.

18 Mayıs 2009 Pazartesi

Son Kemalist


Atatürk cumhuriyeti bildiğiniz üzre pek de Atatürk'ün hayalindeki Cumhuriyet olmadı. TC vatandaşları da pek kendi hayallerini kurmaya alışık olmadığından işler akışına bırakıldı ve gelinen nokta malum.
Bu gün Türkan Saylan hoca bu dünyadan göçtü.
Bu gün bazıları kendisinin cehennemlik olup olmadığı üzerine kafa yorarken ve hatta bu vefatı ergenekon örgütünün puan toplama çabası olarak açıklamaya kalkacak kadar kendini kaybetmişken bizler onların yeni baştan regüle ettiği düzenlerinde soluk almaya çalışıyoruz. Ve artık Türkan hoca da aramızda yok.
Türkan Saylan görüldüğü kadarıyla son Kemalist'tir. Pek çok kişi Kemalizmden farklı şeyler çıkarsa da ve hatta Kemalizm diye bir akımdan bahsetmenin mümkün olup olmadığını tartışsa da bence Türkan Saylan tam anlamıyla Kemalist'tir. Çünkü Mustafa Kemal'in gösterdiği yolu kavramış ve o yolda önüne çıkan engelleri yıkarak ilerlemiştir.
35 doğumlu bir kadın, tıp okuyor, uzmanlaşıyor, anadoluyu karış karış geziyor, dokunduğu her yerde iz bırakıyor ve bu iz cüzzam hastalarına ışık oluyor, ülkenin cüzzama ve cüzzam hastalarına bakışı, onunla mücadelesi değişiyor, gelişiyor.
Kız çocuklarına yapılan ayrıma karşı çıkıyor, pozitif ayrımcılık yaparak tahtıravellinin havada kalan kısmına destek veriyor, yetmiyor sermaye sahipleriyle işbirliği yapıyor, sosyal sorumluluk nedir onlara öğretiyor.
Araplaştırılmaya karşı çıkıyor. Karakterli bir topluma duyulan ihtiyacı dillendiriyor.
İşte Atatürk'ün o çok dalga geçtiğiniz cumhuriyet kadını bunları başarıyor.
O bunları başarmasa, onlar bu yolu takip etmese o çok dalga geçtiğiniz şiire isitnaden, siz be hey dürzülere işimiz kalacaktı ve ne olacaktı? Ben bu gün bir herifin 3. karısı ve 5. çocuğunun damızlık anası olacaktım ya da çoktan taşlanıp ortadan kaldırılacaktım. Hayır bu fazla drama değil, bu gerçek. Neden ısrarla kaçmak istediğinizi bilmiyorum ama olacak bitecek bundan ibaretti. Eğer Atatürk ve onun gençliği böyle düşünmeseydi.
Türkan Saylan bu idealist tutuma kendini fazla kaptırmış olabilir. Evet sıra o çok eleştirilen sözlerine geldi. Ne dedi? Dedi ki Türkler yapan değil yıkan bir toplum, bunu değiştirmek lazım. Hangimiz bunu inkar edebiliriz. Tarihsel ve güncel gerçekler duvar gibi önümüzde. Ve evet küçük çocuklar namaz kılmasın bale yapsın. Hayır küçük çocuklar oyun oynasın, kafasına göre takılsın. Eğitim de olmasın ama benim hayalim şimdilik onun hayallerinden de çok ötede. Son olarak Muhammed adı ile ilgili görüşü. Bu görüşte bir insanın vereceği en standart tepkidir bu. Bir toplumun özenti ile özgün olabilmesine dair çok spesifik bir örnektir isimler. Ve misyonerliğe girmeyeceğim dahi. Feto ve elemanları milyonların kafalarını ütülerken ortaya atılan iddialar son derece komik.
Ben Atatürk'ün cumhuriyetini şeriata ve yobazlığa tercih ediyorum. Ben Türkan Saylan'ı sakallı sübyancılara tercih ediyorum. Ben kız çocuklarının mal gibi değiş tokuşa konu edilmesindense okuyup doktor, öğretmen, sanatçı olmasını istiyorum. Çünkü üniversiteyi medreseye tercih ediyorum.
Ben anarşistim a dostlar. Ama kötünün iyisini tercih etmiyorum. Çünkü bir tarafta gördüğüm cahillik, aymazlık, iğrençlik, bencillik ve türlü şuursuzluklar diğer tarafa kötü dememi engelliyor.
Bundan ikisinden başka seçenek yok mu? Elbette var. Zaten bu seçenekler ucu açık olarak Atatürk Cumhuriyetine kondu ama maalesef Atatürkçü olduğunu zanneden kraldan çok kralcılar o seçenekleri bir bir köreltti. Yine de dedim ya aslında, eğer olacaksa, eğer yeniden başlayacaksak, yıkıp bir daha yapmamız gerekecekse kimlerle yanyana duracağımı biliyorum. Umarım sizler de biliyorsunuzdur.
Hoşçakal Türkan Hoca.

17 Mayıs 2009 Pazar

Eurovision 2009 winner


Bu sene eurovision manyaklığımı büyükada'dan eve koşa koşa dönerek ve bir arkadaşımın doğumgününü kaçırarak atlattım.
Dedim bu sefer 80'lerdeki gibi olsun. Ne çıkarsa bahtımıza bir müzik olayı izleyelim. Öyle önceden şarkıları 10 kere dinlemeler, not almalar, analiz etmeler, trend grafiklerini powerpoint'e yabıştırmalar olmasın.
Bunun için yanlış bir sene seçmişim sanırım çünkü final şarkıları gerçekten birbirinden güzel şarkılardı. Para verip alacağım tek eurovision ticari ürünü bu seneye ait olacak gibi. Her ne kadar Dita Dita gibi olmasa da ve Patricia asla Edith Piaf gibi içten şarkı söyleyemese de ışıltılı bir ziyafet sunmayı başardı Ruslar.
Lakin bir şarkı vardı ki tam sonlara doğru sahneye çıkan oğlanı görünce (tam anlamıyla oğlan) ve onun bastığı ilk on nota filan sonrasında dedim rekor kıracak bu şarkı. Eğer ki rekor kırmasaydı benim insanlığa dair kalan son umutlarım da yalan olacaktı.
İşte insanlar hangi dilde konuşursa konuşsun ve hangi kültüre ait olursa olsun sıcak, samimi, şirin ve sade ama gerçek bir şey görünce dayanamıyor ve "Beslenir ki bu!" deyiveriyor. O yüzden hala doğurulan bebekleri kesip yemiyoruz.
Alexander Rybak sahneye çıktı ve aşkı en saf, en ciladan ve hastalıklı tanımlardan uzak haliyle bize anlattı. Sanki az sonra kapıdan fırlayıp aşık olduğu kızı aramaya gidecekmiş gibi söyledi, çok görkemli bir müzikalin giriş şarkısı gibi çaldı.
Evrensel sosyolojik tespitler yapmama sebebiyet veren bu güzel şarkı ve onun beğenilmesi beni gerçekten mutlu etti. Çünkü bizler aşkı masallardan öğrendik ama bir şizofrenin kabusu gibi olan fransız filmleri, sıkıntılı, irinli obsesyonları anlatan "entelektüel" romanlar ve şiirler, bir de tüm bunların üstüne eklenen salt kazanmaya endeksli hayat mücadelesi stili yüzünden kaybettik.
Ama her şeye rağmen, takvimler 2009'u gösterse de, gerçek aşk yolunu bulup denize ulaşan nehir gibi kalbimize akmayı başarabiliyor. Ve biz onu görünce sadece sms atabiliyoruz:)





3 Mayıs 2009 Pazar

bahar ayı gönül yayı


Şükür bu sene de leyleği havada gördük. Gerçi havalar gösterip vermiyor olsa da takvimler bahar olduğunu belgeliyor.

Hayatta en bozulacağım şey tam her şey süperken ve ben sokakta çöp karıştırandan kıçımdaki yağ oranına kadar uzun bir yelpazede kendimi ota boka heder etmemeye karar vermişken bir doktorun "Tebrik ederim. Nur topu gibi bir habis kistiniz oldu" demesi. Diğeri de ilkbaharda ölmek.Bu ikisinin birden gerçekleşme ihtimali çok da imkansız değil gibi.

Efenim ilkbahar benim için -doğanın uyanışı şu bu artık her naneden dolayı ise- "Bir ilkbahar sabahı güneşle uyandın mı hiç" şarkısındaki gibi sebepsiz ve manyakça mutluluk hissinin yegane sebebi.

Bu konuyla ilgili neden yazma gereği duydum? Ulen dedim bunca zamandır blog yazıyoruz, hep bi şikayet, hep bi söylenme, hep bi ota boka laf geçirme o da olmadı şizo şizo şiir, hikaye. Bi gün de insan gibi bişiy yazalım dedik.

Kış bitti menopoz bitti. Haydi yumurtlayalım bakalım:p

19 Nisan 2009 Pazar

Loft

İmdb'de sekkiz point almış bir belçika filmi İstanbul film festivalinin kapanış filmlerinden idi.

Fim enteresan sayılabilincek bir hikaye üzerinden kadın erkek ve arkadaşlık ilişkilerini bir güzel sorgulamış.

Sorgulamış da ne olmuş. Efenim netçe itibariyle yine bizi kadından erkekten ve de evlilikten aşktan ottan boktan soğutmuş.Ha evet hayatımı izlediğim filmlerle şekillendiriyorum. Ne o zoruna mı gitti?

Sanırım her şey bir şeylerden sıkıldığında her şeyi aştığını sanmakla başlıyor. Kimse "sıkıldım" demiyor da "aştım" demeyi tercih ediyor.

Film tam da bunu anlatıyor. Aşksa her zamanki gibi hastalıklı. Kadınlar sinsi. Erkekler aptal ve ancak şiddetle ifade edebiliyor kendini.

Para ve seks başrolde. Gerisi de teferruat. Yani başka hiçbir şeyin önemi yok.

Ama hayat bundan ibaretmiş gibi anlatsalar da birileri hala kedi beslemekten, manzara bakmaktan ve fotoğraf çekmekten keyif alıyor. Başka gizli ikinci hayatları olmadan sadece bunlarla yetinebiliyor. Biliyorum çünkü milyarlarca insan var. Ve milyarda 1 bile olsa ihtimaller bunu gösteriyor. Güzel olan hiçbir ihtimalin milyarda bir olmaması dileğiyle.

Un conte de Noël



Fransızlardan Clementine'dan beri nefret ediyorum. Ne var ki en çok nelerden nefret ediyorsak onlardan kocaman birer parça taşıyoruz içimizde.
Fransızlar sadece komedi çeksin istiyorum çünkü lanet filmleri insanlığı hasta etsin istemiyorum.
Bu gün İstanbul Film festivali maratonunun son gününde, sondan bir önce izlediğim film Catherine Deneuve'lü bir noel hikayesi.
Deneuve'ün olgunluk dönemindeki enteresan aile hikayeleri ile bezeli filmleri hakikaten göz alıcı. Zaten bu kadını izlememek imkansız. Bir de o tavır, o duruş, o mimik, o hareketler bir nedir lan? Orta yaşlı lezbiyen olma yolunda ağır adımlarla ilerlerken pek yardımcı olmuyor bunlar?
Film her zamanki gibi çoğunluğu sıradan ve renksiz olan fransızlardan değil de her an her şeyi yapabilecek, seçimleri konusunda kararsız, hayata karşı yenik ama dik duran fransız manyaklardan bahsediyor.
Yine önceden tahmin edemeyeceğimiz dialoglar, önceden kestiremeyeceğimiz hisler, garip bir akış, hiçbir karakterle özdeşleşemeyeceğimiz ama hepsinde kendimizden bir şeyler bulabileceğimiz hikaye.
Oyuncuların herbirini tek tek gözlerinden öpüyorum. Baktım yine bir şey çekmemişler. Kafa güzel değilken böyle performanslar ortaya çıkarmaları ancak mükemmellikle açıklanabilir.
Bu film 150 dakika arkadaşım. Hafif çatlak değilsen sıkılırsın. Çok çatlaksan yine sıkılırsın. Böyle bir film işte.

21 Mart 2009 Cumartesi

Ölüm

Geceyarısını geçeli dört saat olmuş. Yollar çılgın gibi koşarak şarkı söyleyebilmemiz için bomboş. Her zamanki gibi taksiciye nereye gideceğimi söylemeyi unutmuşum. Taksici yine de gidiyor. Bir anda polis ışıldaklarını görüyoruz ve müzikli maraton bitiyor...yarışmacılardan biri yere düşmüş. Artık o diskalifiye. Sanki kimse doğumuna sevinmemiş gibi. Sanki hiç sevilmemiş, hiç özlenmemiş gibi, uyuyor gibi uzanmış kendi kan gölünün ortasında. O an gittiğinden habersiz gitmesini beklemeyenlerden değilim. Onun gittiğini gören ve anlayamayanlardanım. Taksici "Nereye gidecektiniz?" diye soruyor nihayet. Gittiğimiz yönle alakasız bir yer söylüyorum. "Keşke burdan gitmeseydik" diyor. "Keşke daha önce söyleseydiniz de görmeseydiniz bunu". Görmemem gereken "ölüm".

Ölüm geldiğinde ajandamızı kontrol etmiyor.

Ölüm gittiğinde bize bir şey bırakmıyor. Ne söz hakkı, ne de isyan.

O yüzden yaşamayı da ölmeyi de sıradanlaştırıyoruz. Delirmemek için bunu yaptığımızı kendimize bile söylemiyoruz.

Bazen kulağımıza bir şeyler fsıldanıyor. Raporlu ya da raporsuz deliler olsak da herkesin bir kulak misafiri var bence.

Söylenenleri dinlememizde sakınca yok. Sıkıntı cevap vermeye başladığımız anda başlıyor.

Ben yine de cevap veriyorum. Bu yanlıştı ya da doğruydu diyorum. Yanlışlar ve doğrular tek bir cevap bile etmese de.

Ölüm bazen serinkanlı bir atmaca gibi karşılanıyor, bazen masum bir civciv gibi.

Bazen hoş geliyor, bazen patavatsızca.

Yalnız insanlar daha güzel ölüyor.

Hakkını veriyor ölümün.

Neden öldüğümüzü bu insanlara bakarak anlayabiliyoruz.

O yüzden eğer geceyarısını dört saat geçerken karşıdan karşıya geçemezseniz yalnız olduğunuzdan emin olun. Birileri görmemesi gereken "ölüm"ü gördüğünde her şey için çok geç olabilir.

25 Ocak 2009 Pazar

Mutluluk


Hepitopu kimyasal bir saçmalık. Ama zaten her şey çok fazla kimyasal ve bir o kadar da saçma.
Mutluluk bir şekilde yakalamış olduğun anın bitmesini istememek. En sade hali bu sanırım. Sade ve güzelliği de bundan geliyor.
Benim mutlulukla ilgili tüm anılarımda minimum bir adet güneş ve bir adet ben varım. Sanırım illa bir şeylere tapmam filan gerekse bu güneş olurdu. Bilimselliğe en yakın açıklama da zaten güneşin hayat veren ve hayat alan bir şey olabilmesi. Bunu herhangi bir iradeyle yapıyor olup olmaması çok önemli değil. Zaten iradeyi tanımlamak için nice filozof helak oldu. Hiç gerek yok demek ki.
Tapınma gibi bir şeyi rasyonelize etmek oldukça güç. Pskiyatri ve sosyoloji ilimlerinden yardım almak şart. Yine de güneş güzel. Tapsak da, tapmasak da.
Geçtiğimiz günlerde bir rüya gördüm. Büyüdükten sonra çocukluk aşkım diye tanımladığım kişiyle küçük birer çocuğuz. Apartmanın önündeki asfalt yolun üzerine sırtüstü uzanmış ve elele tutuşmuşuz. Yüzümüzü ısıtan ve gözümüzü kamaştıran güneşe bakıyoruz. O kadar mutluyum ki. Ve sonra bir arabanın yaklaştığına dair bazı sesler duyuyorum. Ona "Şu an yolun üzerinde yatıyoruz farkında mısın?" diye soruyorum. O da "Biliyorum ve bir araba da yaklaşıyor diyor". "Ben hadi kalk diyorum". "O ise boşver gelsin" diyor. Bir süre bekliyorum. Az önce bütün içimi dolduran mutluluk beni terk ediyor. Yerine endişe, korku, şimdi ne olacak kaygısı geliyor. Ayağa fırlıyorum. Onu da çekiştiriyorum. O da çaresiz ve istemez bir biçimde yana yuvarlanıyor. Araba geçip gidiyor. Artık ne mutluluk var ne korku. Sadece birbirinin yüzüne anlamsızca bakan iki büyük insan.
Mutluluk geçip giden bir arabanın arka koltuğuna konup gönderilebilecek kadar masum ve çaresiz bir çocuktur.
Korku ve endişeler hayatınızı kurtarabilir. Ama o küçük çocuğu özlemeyi göze alabilirseniz.