gri parlak kaplamalı meşe sehpanın keskin köşesinden bir şeyler damlıyor gibiydi. merdivenlerden inip inmemekte kararsız kaldı. bir kaç adım sonrası her şey daha kolay göründü. özellikle böğürtlenleri ve çilek reçelini düşündüğü kısımlar keyifliydi. neye hevesi olduğunu unutup damlalara odaklandı. "bir damla, bir damla daha sonrasında kocaman bir gol". işte güldüren ama bir şey ifade etmesi güç bir hatıra daha.
damlayan kan değildi. su değildi. limonata değildi. en kötüsü çilek reçeli de değildi. parmağını keskin uca sertçe vurdu. evet damlayan kandı. yanılmıştı.
tavandaki parlak taşlarla süslü ahtapot şeklindeki avizeye baktı. yeşil ve büyükçe bir taşı gözüne kestirdi. "hey burda bir şeyler damlıyor. mutfaktan bez getir"
güneş batmak üzereydi. sessizlik sessizliği çağırdı. güçlü bir rüzgar esiyordu. kimsenin saçları kıpırdamadı yerinden. ama herkes üşüyordu. usulca en yakındaki üşüyen adama sokuldu. adam yaşlıydı. tükenmiş gibiydi. hala üşüyebiliyordu. ondan bir şeyler ödünç isteyecekti. hatıra olsun, belki de hatırlatma. adam kapalı avucunu ona doğru uzattı. ne istediğini bilmediği için korktuk. artık mutfağa gitme zamanı gelmişti.
mutfak gürültülü. çaydanlıkta saklanan fareleri görmezden gelmek gerekiyor. üstelik unlar ekmek olacak, peynirler dilimlenecek, fayanslarsa hiç güzel değil. onları da gümüş rengi ve parlak şeylerle kaplamalı. her şey gri olmalı. parlak olmalı.
çok yoruldu. özellikle ayakları uyumalıydı ama sol elinin bir şeyler yapması gerekiyordu. onun canı sıkkındı. duvarda asılı duran büyük et bıçağını aldı. elini kesip özgürleştirdi. artık uyuyabilirdi. hemen oraya uzandı.
böğürtlenler ve çilek reçelleri gerçekten çok güzeldi.
hikayemsiler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hikayemsiler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
27 Ekim 2010 Çarşamba
1 Ağustos 2010 Pazar
Maria ölmüş
Maria ölmüş diyorlar. Beklemiyormuş böyle biteceğini.Hazmedemediği bir küçük tokatı anımsamış gitmeden. Hatta yanında götürmüş o tokadı.
Maria ölmüş diyorlar. Çiğnemeden yutmuş hayatı, öğütmeden kusmuş.Kısaltmış saçlarının her bir telini. Sonra tenine yapıştırmış onları. Böylece görünmez olmuş. Dokunulmaz olmuş. Kaybolmuş.
Maria ölmüş diyorlar. Bir cadıyla ters düşmüş.Renklerden konuşuyorlarmış. Sonra Maria durup dururken cadıya "Sen yalancısın üstelik kötüsün" demiş. Cadı lanetlemiş bunu. "Konuşsun ama kimse duymasın, ağlasın ama gözyaşları akmasın, anlasın ama hemen unutsun" yazmış bir çaputa asmış bir caminin avlusundaki ağaca. Maria yorulmuş ve hemen orada ölmüş.
Maria ölmüş diyorlar. Bahçesinde domates yetiştirecekti. Kuşları çiftleştirip şarkı söyleyecekti. Yazık.
Maria ölmüş diyorlar. Oysa demin gördüm ben onu. Pembe rujundan ve kırmızı ojelerinden tanıdım.
Maria ölmüş diyorlar. Bence yalan söylüyorlar.
Maria ölmüş diyorlar. Çiğnemeden yutmuş hayatı, öğütmeden kusmuş.Kısaltmış saçlarının her bir telini. Sonra tenine yapıştırmış onları. Böylece görünmez olmuş. Dokunulmaz olmuş. Kaybolmuş.
Maria ölmüş diyorlar. Bir cadıyla ters düşmüş.Renklerden konuşuyorlarmış. Sonra Maria durup dururken cadıya "Sen yalancısın üstelik kötüsün" demiş. Cadı lanetlemiş bunu. "Konuşsun ama kimse duymasın, ağlasın ama gözyaşları akmasın, anlasın ama hemen unutsun" yazmış bir çaputa asmış bir caminin avlusundaki ağaca. Maria yorulmuş ve hemen orada ölmüş.
Maria ölmüş diyorlar. Bahçesinde domates yetiştirecekti. Kuşları çiftleştirip şarkı söyleyecekti. Yazık.
Maria ölmüş diyorlar. Oysa demin gördüm ben onu. Pembe rujundan ve kırmızı ojelerinden tanıdım.
Maria ölmüş diyorlar. Bence yalan söylüyorlar.
13 Temmuz 2009 Pazartesi
üçüncü sayfa ölüsü
Büyük büyük laflar eden küçük adamların gölgesinde saklandım. Egeden karadenize akan su kadar olamadım.
Eşit ve hızlı adımlarla gidiyorum derken hep kendime yakın kaldım. Bana bunun yanlış olduğunu söylediler. Kandım.
Yazacak bir şey yok diye günlük bile almadım. Kimsenin günlüğünde adımın geçtiğini de sanmıyorum. Hepinizden özür diliyorum. Vaktinizi çaldım.
Bazen kuşlara yem atmak için cami avlusuna gittiğim olurdu. Bana aşktan bahsederlerdi. Hiç şahit olmadım.
Yıllar önce aldığım güzel bir ceket daha ilk günden kaybolmuştu. Dilim söylemeye varmıyor ama sanırım çalınmıştı. Artık o kadar da üzülmüyorum.
Annemin bana bahsettiği geçmiş geleceğim de çok geride kaldı. Pek anlattığı gibi olmadı ama yine de güzel çorba yapardı.
Pazartesi pazar gibi boş geçecekti. Salının da pazartesinden farkı olmayacaktı. Belki bir kupon yapardım. Belki bir at da benim için koşardı. Ama sanmıyorum.
Çok güzel bir şarkı duymuştum. Anlamadığım bir dilde. Sanırım ingilizce. Piyano vardı, hisli bir şeyler anlatıyordu. Keşke anlayabilseydim.
Söylemek istediklerimin çoğunu söyleyemedim. Genellikle dinlemediler, nadiren de anlamadılar. Olsun her şeyi aklımda tuttum. Hiç unutmadım.
Umutlandığım günler de oldu. Nerden geldiğini anlamadığım bir enerji içimi kapladı, herşey birden değişecek sandım. Sonra yağmur yağdı. Yine çamur, yine bulanıklık. Kirlendim. Yoruldum.
Asla yalan söylemedim. Kimse de lütfedip bana yalan söylemedi. Oysa kandırılmaya çok hazırdım. Karanlıkta korkan her çocuk gibi.
Biraz çay içmeyi özlerim diye düşünüyorum. Bir de kuşları. Tütünü bırakalı 5 yıl oldu. Yoksa onu da özlerdim.
Bu gün aklımdan geçenleri unutmak istedim. Bu gün yağmurdan kaçmaya karar verdim. Bu gün ben de aşk şarkıları söyleyen kuşlar gibi ürkek ve arsızım. Yine de cesur bile sayılırım. Gerçi utandım da. Ayakkabımın teki kaybolmuş, biraz da çirkin gözüküyorum hatta belki korkunç. Neyse zaten öyle güzel de biri değildim.
Beni bulan yaşlı kadın çok korktu. Neredeyse kalp krizi geçirecekti. Kendini sokak kedileriyle avutan, birazcık daha yaşamak için günde 3 kutu hap içen birine bunu yapmamalıydım, biliyorum. Bildiğim ne kadar çok şey vardı. Küfelerce.
Pazar yapacak bir şeyim yok. Pazartesi ve salı da. Ama bu beni o kadar da üzmüyor artık.
Eşit ve hızlı adımlarla gidiyorum derken hep kendime yakın kaldım. Bana bunun yanlış olduğunu söylediler. Kandım.
Yazacak bir şey yok diye günlük bile almadım. Kimsenin günlüğünde adımın geçtiğini de sanmıyorum. Hepinizden özür diliyorum. Vaktinizi çaldım.
Bazen kuşlara yem atmak için cami avlusuna gittiğim olurdu. Bana aşktan bahsederlerdi. Hiç şahit olmadım.
Yıllar önce aldığım güzel bir ceket daha ilk günden kaybolmuştu. Dilim söylemeye varmıyor ama sanırım çalınmıştı. Artık o kadar da üzülmüyorum.
Annemin bana bahsettiği geçmiş geleceğim de çok geride kaldı. Pek anlattığı gibi olmadı ama yine de güzel çorba yapardı.
Pazartesi pazar gibi boş geçecekti. Salının da pazartesinden farkı olmayacaktı. Belki bir kupon yapardım. Belki bir at da benim için koşardı. Ama sanmıyorum.
Çok güzel bir şarkı duymuştum. Anlamadığım bir dilde. Sanırım ingilizce. Piyano vardı, hisli bir şeyler anlatıyordu. Keşke anlayabilseydim.
Söylemek istediklerimin çoğunu söyleyemedim. Genellikle dinlemediler, nadiren de anlamadılar. Olsun her şeyi aklımda tuttum. Hiç unutmadım.
Umutlandığım günler de oldu. Nerden geldiğini anlamadığım bir enerji içimi kapladı, herşey birden değişecek sandım. Sonra yağmur yağdı. Yine çamur, yine bulanıklık. Kirlendim. Yoruldum.
Asla yalan söylemedim. Kimse de lütfedip bana yalan söylemedi. Oysa kandırılmaya çok hazırdım. Karanlıkta korkan her çocuk gibi.
Biraz çay içmeyi özlerim diye düşünüyorum. Bir de kuşları. Tütünü bırakalı 5 yıl oldu. Yoksa onu da özlerdim.
Bu gün aklımdan geçenleri unutmak istedim. Bu gün yağmurdan kaçmaya karar verdim. Bu gün ben de aşk şarkıları söyleyen kuşlar gibi ürkek ve arsızım. Yine de cesur bile sayılırım. Gerçi utandım da. Ayakkabımın teki kaybolmuş, biraz da çirkin gözüküyorum hatta belki korkunç. Neyse zaten öyle güzel de biri değildim.
Beni bulan yaşlı kadın çok korktu. Neredeyse kalp krizi geçirecekti. Kendini sokak kedileriyle avutan, birazcık daha yaşamak için günde 3 kutu hap içen birine bunu yapmamalıydım, biliyorum. Bildiğim ne kadar çok şey vardı. Küfelerce.
Pazar yapacak bir şeyim yok. Pazartesi ve salı da. Ama bu beni o kadar da üzmüyor artık.
21 Mart 2008 Cuma
Ergenekon, şirinler ve gargamel hakkında
Çok eski bir mevzudur ergenekon diyeceğim lakin zamansız bir zamandan bahsedilince eski-yeni demek anlamsız.
Önüne gelen bilimum saçma hikayeyi gerçek diye algılamayı seçenler için elbette elma yemek başımıza iş açmıştır, uslu çocuk olmamız yılbaşında hediye, ormanda şirin görmek demektir. Ve hatta kılavuzu kurt olan bir kavim de boka bata çıka doğru yolu bulmuştur.
Bitti mi bitmediaaa. Daha neler neler olmuştur? Belki de ömrü hayatında bir araya gelmemiş, merabası bile olmayan adamlar voltronu oluşturmuş ve hak yolunda yoluna devam edenlerin (misal gargamel)önünü kesmek için kumdan toplar, tüfekler yapmıştır.
Bu vakit gönlü hak sevgisi ile dolu olduğundan cebi her daim dolanlar ne yapacaktır? Elbet mücadele, cihat, chat, chut...
Ammaaaa dinden imandan bi haber, cehennemin odunu namzeti bu düşmanlar öyle bir derin mağralarda pusu kurmuş ve sayıca çoğalmıştır ki her geçen gün yeni bir canavar ininden alınıp sabah ezanıyla hak adına, halk adına alıkoyulsa da bu işin bir türlü sonu gelmemiştir.
O denli yoğun bir çalışmadır ki bu neyi neden yaptığının hesabı sorulsa, "hani kanıtın?" dense havalara bakmak farzdır.
Lakin görev insan yapımı kanunu tanımaz. Adalet hakkkkkın tekelindedir. Adaletin uygulayıcısı bu işi ancak ve ancak tanrı adına yapar. Bu kişi kimseye hesap vermez. Verirse vakit kaybeder. Kavimini Zion'a sokamaz. Zion'a girmese de olur. Ama kavim bi kere yola çıkmıştır Zion'a gidecez diye. Mecbur battlestar galactica eşrafı gibi bunlara da ümit vermek lazımdır. Orda bir dünya var, miniminna mavi bir topçuk...
"Bir kişi daha, bir kişi daha. Hayır bunu da alalım". Annesiyle bakkala giren çocuk gibi. Hepsini istiyorum. "lalooon istiyorum, çuku istiyoruuum, bok istiyoruuuum"
Birileri birilerini toplar, diğerleri ötekileri. Hepsi aynı kefede taşınmak ister. Herkes tüm bunları ya adalet adına ya tanrı adına ya da gölgelerin gücü adına yaptığını iddia eder. "Kimse kıçımın rahatına bunu yaptım" demez.
İşte masallarda, hikayelerde, mitolojide. Herkes ya iyidir, ya kötü, ya eziktir, ya artiz.
Ha bu masalın sonu nedür? Ahan da sana son cümleler. Mal gibi okuma hepsini deyü.
"Dağları aşarken bir zerdüşt gördüler. Şöyle buyurdu zerdüşt; "Yoldan geçen bi adam olarak anlıyorum ki bana da bir rol biçecekler böyle giderse. Ne voltrondan hazederim ne de kıçımı yasladığım bir tanrım var. Sikeyim zate bana sorulmadan kurulan her türlü düzeni, düzeneği...""
Önüne gelen bilimum saçma hikayeyi gerçek diye algılamayı seçenler için elbette elma yemek başımıza iş açmıştır, uslu çocuk olmamız yılbaşında hediye, ormanda şirin görmek demektir. Ve hatta kılavuzu kurt olan bir kavim de boka bata çıka doğru yolu bulmuştur.
Bitti mi bitmediaaa. Daha neler neler olmuştur? Belki de ömrü hayatında bir araya gelmemiş, merabası bile olmayan adamlar voltronu oluşturmuş ve hak yolunda yoluna devam edenlerin (misal gargamel)önünü kesmek için kumdan toplar, tüfekler yapmıştır.
Bu vakit gönlü hak sevgisi ile dolu olduğundan cebi her daim dolanlar ne yapacaktır? Elbet mücadele, cihat, chat, chut...
Ammaaaa dinden imandan bi haber, cehennemin odunu namzeti bu düşmanlar öyle bir derin mağralarda pusu kurmuş ve sayıca çoğalmıştır ki her geçen gün yeni bir canavar ininden alınıp sabah ezanıyla hak adına, halk adına alıkoyulsa da bu işin bir türlü sonu gelmemiştir.
O denli yoğun bir çalışmadır ki bu neyi neden yaptığının hesabı sorulsa, "hani kanıtın?" dense havalara bakmak farzdır.
Lakin görev insan yapımı kanunu tanımaz. Adalet hakkkkkın tekelindedir. Adaletin uygulayıcısı bu işi ancak ve ancak tanrı adına yapar. Bu kişi kimseye hesap vermez. Verirse vakit kaybeder. Kavimini Zion'a sokamaz. Zion'a girmese de olur. Ama kavim bi kere yola çıkmıştır Zion'a gidecez diye. Mecbur battlestar galactica eşrafı gibi bunlara da ümit vermek lazımdır. Orda bir dünya var, miniminna mavi bir topçuk...
"Bir kişi daha, bir kişi daha. Hayır bunu da alalım". Annesiyle bakkala giren çocuk gibi. Hepsini istiyorum. "lalooon istiyorum, çuku istiyoruuum, bok istiyoruuuum"
Birileri birilerini toplar, diğerleri ötekileri. Hepsi aynı kefede taşınmak ister. Herkes tüm bunları ya adalet adına ya tanrı adına ya da gölgelerin gücü adına yaptığını iddia eder. "Kimse kıçımın rahatına bunu yaptım" demez.
İşte masallarda, hikayelerde, mitolojide. Herkes ya iyidir, ya kötü, ya eziktir, ya artiz.
Ha bu masalın sonu nedür? Ahan da sana son cümleler. Mal gibi okuma hepsini deyü.
"Dağları aşarken bir zerdüşt gördüler. Şöyle buyurdu zerdüşt; "Yoldan geçen bi adam olarak anlıyorum ki bana da bir rol biçecekler böyle giderse. Ne voltrondan hazederim ne de kıçımı yasladığım bir tanrım var. Sikeyim zate bana sorulmadan kurulan her türlü düzeni, düzeneği...""
17 Ağustos 2007 Cuma
Düşlerken düşmek
Sürekli aynı istasyonda, aynı saatlerde trene binen insanlar her sabah aynı sıraya oturan ilkokul öğrencisi gibi hep aynı yerlerde dikilirler. Ben genelde ayakta durmayı sevmeyen biri olduğumdan önce bir oturacak yer ararım ki bu gereksiz bir umuttur çünkü banklar hep kapılmış olur. O yüzden genelde dikildiğim yer olan istasyona çıkan merdivenin sağına doğru yönelirim. Eğer başkası orda duruyorsa "benim sırama oturmuşsun" bakışımı fırlatır yine oraya yakınlarda bir yerlerde dururum.
Aslında o gün o kadar erken bir saatte gitmeme gerek olmadığı halde üniversiteye gidiş saatime yakın istasyona geldim. Okula gitmekten nefret etmem koca bir gerçekti. Tatilde olmamız harikaydı. Sabahın köründe kalk, adapazarı ekspresine yetiş, şehir değiştir geç İstanbul'a, in Haydarpaşa'ya ama tam da o sırada işte masmavi deniz karşında. Hava güzelse vapura, olmadı sis mi var, tamam o zaman bin motora. Yolculuğumun oflamadan ve içimden söylenmeden etmeden geçirdiğim tek kısmı buydu. Tabi eminönüne yanaştığımızda teselli biter işkence devam ederdi. Bu küçük teselli için bedel ödemeye o denli hazırmışım ki arkadaşlarımla öğleye doğru buluşacağım halde koşarak istasyona gelmiştim. Son günlerde canım iyiden iyiye sıkkın. belki değişiklik, belki uzaklaşmak, belki vapur dertlerime derman olmasa da yoldaşlık edebilir bana.
Tren istasyona yanaştı ve her zamanki gibi kır kıvırcık saçlı, genelde aynı şeyleri giyen adam sanki trene onu almayacaklarmışçasına insanları ite kaka vagona bindi. Bir sabah sıkıntıdan ona buna sarıp gereksiz konuşmalarıyla herkesi delirten adamla konuşmasını duymuştum. Avcılarda çalışıyormuş. Yol parası, yemek vermiyorlarmış. "Karın tokluğuna bile değil ama adres belli olsun diye çalışıyorum mecbur. Ailemin yüzüne bakabilmek için" demişti kır saçlı atik adam. Trene böyle azimle binmesi daha da şaşırtıcı oluyordu bu blgiyle. Aniden "Ben de hep aynı şeyleri mi giyiyorum?" diye düşündüm. Zira babamın da bu adamdan pek farkı yoktu.
Evet nihayet ben de içerdeydim. Elimde arkadaşlarıma götürdüğüm bir ton ders notuyla. Derslerimin hepsi harikaydı ama arkadaşlarımın pek öyle değildi ve bütünlemelere çalışıyorlardı. Aslında bu küçük gezintinin sırrı da çalışkan öğrenci kontenjanından sosyalleşmekti. Neticede her söylediği büyük dikkatle dinlenen, neşeli, güzel ya da özel biri değildim. Üstelik hep aynı şeyleri giyiyordum. Bunu da bu gün farkettim.
"En azından pencere kenarında dikiliyim" mantığına sahip sürüyle birlikte itişip kakışmalarımız neticesinde nihayet soluk alabileceğim bir pencere kenarı bulabilmiştim. Bu arada tren çoktan yol almaya başlamıştı. Eğer kardeşim walkmanimi evde basket antremanı yapma sevdasıyla kırmış olmasaydı şu an müzik dinleyebilirdim. Hadi aileni seçemiyorsun bari şu çocuğun doğumunu engelleseydim ya. Ne bileyim annemle babam tam niyeti bozmuşken "ben uyuyamıyorum" diye onları rahatsız edip onlarla uyumak istediğimi söyleyebilirdim. Babam kovalamaya kalkar anneciğim yine dayanamaz alırdı beni koynuna. Mustafa diye haylaz bir çocuk doğamaz, canımı da sıkamazdı böylelikle.
Tren yolculuklarında içinden istasyon saymak, hesap kitap yapıp kaç istasyon kaldığını bulmak, sıklıkla saate bakmak gelenektir. Ekspres olsa da bindiğiniz tren bostancı durağına gelmeden yokuşta fazla yolcudan dolayı zorlanıp, kendini salıp, bir önceki istasyona geri dönebilir. Adam eksilsin diye sizi orda uzun süre bekletebilirler. Bunlar hep olan şeyler bu gün de olan bu. Buna sinirlenmemliyim. Nasılsa yetişeceğim bir ders veya sınav yok. Bu gün macera günü.
Nihayet yola çıkmaya karar verdiler. Ben inmeyeceğim diye direnenlerdendim. İstedikleri kadar bekletebilirler. İşe gitmesi gerekenler koşarak minibüslere yöneldi. Kıvırcık saçlı amca da. O adamı anlamak mümkün değil zaten. Madem hakkını vermiyorlar geç kal bir kere ne olacak. Minibüslere koşanların kaçı o amca gibi acaba. Öf bu yeşil pantolonu niye giydim ki ben. Çok çirkin.
Tren geleneklerinden en önemlisi de hayal kurmaktır. Ben hep yaparım. Etrafımdakiler de yapıyorlar. Zaman zaman yüzlerindeki anlamsız gülümsemeler ondan. Ben de kendimi yakalıyorum böyle gülümserken bazen. Özellikle Burak'la ilgili hayaller kurarken. Burak'la kantinde karşılaşıyoruz. Kantindeki sırada hemen arkamda duruyor. Ben çay alırken paranın üstünü almayı unutuyorum ve hızla bir masaya yöneliyorum. O peşimden geliyor. "Paranızın üstünü unuttunuz" deyip parayı uzatıyor. "Teşekkür ederim" diyorum. Kantinde oturacak başka masa kalmadığı için onu bulduğum masaya davet ediyorum. O da kabul ediyor. Masada otururken laf lafı açıyor. Beni sinemaya davet ediyor. O günden sonra hep görüşüyoruz. Bana aşık oluyor. Ah ne kadar isterdim. Evet yine o gülümseme belirdi yüzümde. Oysa Burak Ayşen diye bir kızın varolduğundan bile haberdar değil. Belki okul açıldığında bu cırtlak yeşil pantolonla önünde gezinmeliyim.
Nihayet Haydarpaşa istasyonuna vardık. Hava çok güzel. Vapur da yolcularını boşaltıyor. Birazdan vapurun yanında bir yer bulma koşturmacası başlayacak.
Vapurda en sevdiğim şey sigara içmek. Aslında normalde ağzıma koymadığım bu şeyi ki aslında yine de beceremiyorum ama nasıl oluyorsa vapurda içmeyi çok seviyorum. Heralde vapurda büyük keyifle sigara içen insanları izleyip özenmekle başladı. Şimdi düzgün görünümlü bir insandan bir sigara rica etmem gerekecek. Eee herkes sigara içer her iki yanımdakilerde de tık yok. Bir süre bekledim. Tam eyvah diyecekken sağımdaki yaşlı adamın gömlek cebindeki paketi farkettim. Ama içmiyor. Benim gibi utangaç insanlar için ne büyük bir sıkıntı tanımadığın insandan sigara istemek. Üstelik adam içmiyor, resmen röntgenlediğimi düşünecek. Biraz fazla gözümü dikmiş olmalıyım ki adam "Bir şey mi vardı?" deyiverdi. Kıpkırmızı suratla "Sigaranız var mı?" diyebildim ama demedim aslında, resmen viyakladım. Adam paketi çıkardı ve uzattı. "Ama son sigaranız alamam" dedim. Adam "Tiryakinin son sigarası alınmaz ama sen al. Umarım senin de son sigaran olur. Daha çok gençsin. Biz yaptık bi hata sen yapma evladım." dedi. Teşekkür ettim. "Sadece vapurda içiyorum" desem mi diye düşündüm ama sonra vazgeçip manzarayı izlemeye koyuldum.
Eminönüne vardığımızda ne sigara keyfi, ne manzara, ne de hayaller kalmıştı geriye. Saat 12'de Taksimde arkadaşlarla buluşacağımız için daha çok vaktim vardı. Acaba Eminönün'den taksime yürüsem mi diye düşündüm. Hem bir otobüs bileti parası cebimde kalacaktı. Maalesef bu fikir mantıklı geldi ve Taksime vardığımda yorgun, susuz, mutsuz bir insandım.
Etrafı dolaştım. İstiklalde yürüdüm bir aşağı bir yukarı. Burada her tipten insan vardı. En çok bunu seviyordum. Belki cıvık cıvık insan kaynıyor ama o kadar değişikler ki. Birbirinden farklı bir sürü insan. Onlara bakıp şimdi nasıl biri olduğumu ilerde nasıl biri olacağımı filan düşünüyordum. Ne bileyim şu bayan mesela. Takım elbisesi çok güzel. Belki güzel bir işim olacak. Ben de takımlarımı giyicem. Saçlarımı röfle yaptırıp küt kestiricem. Of büyümek istiyorum. Burak'la birlikte ama.
Biraz mağazalara biraz kitapçılara bakındım. Param olsaydı şu aptal pantolonu atıp yenisini alabilirdim. Nihayet buluşma saatimiz yaklaştı. Yavaş yavaş her zaman gittiğimiz pasajın içindeki bahçeli kafeye doğru yöneldim.
Kızlardan hiçbiri daha gelmemişti. Saatlerdir boş boş oyalanıyordum ve hepsi birden geç kalmıştı. Gölgelik bir yerde oturmuş geçtiğim derslerin notlarını karıştırırken "Ayşeeen" sesiyle irkildim. Ah kızlar hep beraber gelmişlerdi. "merhabaa. a siz buluşup mu geldiniz?" diye sordum. En hoppidi arkadaşım Nazlı "eee sana en uygun hediyeyi almak için organize olduk bira. Kusura bakma ondan geç kaldık". "Ne hediyesi?" dedim. "Unuttuk mu sandın? Bu gün 16 Ağustos iyi ki doğdun canım". "Ben bile unutmuştum, aa bi de hediye mi aldınız?". Aslında doğumgünüm aklımdaydı ama böyle bir şey yapacaklarını tahmin etmediğimden ağzımda öyle çıkıvermişti. "İnanmıyorum ne güzel bir pantolon bu". Bana pantolon almışlardı. Bu gün inanılmaz şanslıyım diye düşündüm. Gülriz "İstersen hemen dene olmadı geri götürürüz" dedi. Koşarak tuvalete gittim. Üzerime tam oturdu pantolon ve nihayet yeşil pantolondan kurtuldum.
Çok keyifli bir gün geçirdik. Sosyalleşebilmemin tek sebebinin inekliğim olmadığına ikna bile oldum. Nazlı "Biraz daha kal gezeriz, akşam bizde kalırsın" dedi ama bizim evde kurallar pek öyle işlemiyordu ve herkes bunu biliyordu. Arkadaşlarıma veda ettim. Direk otobüs durağına yöneldim.
Dönüş yolu gidiş kadar keyifli değildi. Eğer zorunluluktan dolayı gitmemişseniz hiçbir zaman değildir.Üstelik ayaklarım iyice şiş. "Keşke bir de ayakkabı alsalardı" diye şımardım kendi kendime.
Eve vardığımda annem sofrayı çoktan kurmuştu. "Ah be kızım bi de babandan geç gelseydin eve" diye kısa bir kalaylama operasyonundan sonra beni kendi halime bıraktı. Kardeşimle birlikte kaldığımız odaya yöneldim. Kardeşim walkman vukuatı yüzünden cezalıydı ve onunla konuşmuyordum. Kapıyı da çalmadan içeri daldım. İçeri girmemle basket topunu kafama fırlatması bir oldu. "Kapı da çalınmıyor artık heralde oh prensese bak sen" diye bağrındı. Aslında o topu onun kafasında paralardım ama babamın "Aaayşeen al kızım şu paketleri elimden" diye seslenmesi olası bir aile faciasını engelledi.
Akşam yemeğinden sonra geçirdiğim günün tüm yorgunluğunu iyiden iyiye hissetmeye başladım. Biraz karpuz biraz televizyon derken herkese "iyi geceler" deyip yatağıma uzandım.
Yerin altından gelen inanılmaz bir gürültü ve yatağımın yerinden zıplaması ile uyandım. Bir anda sanki yeryüzü gökyüzüne fırlamış, gökyüzü tepemize düşmüştü.
Ne olduğunu anlayamadan ağzım burnum tozla dolmuştu. Vücudumu kıpırdatamadığım gibi kafamı da sağa sola çeviremiyordum. "Mustafaa" diye kısık bir sesle seslendim. Ses yoktu. Mustafa değil ama birileri çığlık atıyordu. Bağırıyordu. Ne dedikleri anlaşılamıyordu. Ama Mustafa ranzanın alt kısmında yatıyor olmalıydı. Ranzanın alt kısmı neredeydi? Mustafa neredeydi?
Boğuk seslerden birinin babam olduğunu anladım "Çocuklaar iyi misiniz?" diye sesleniyordu. "Babaaa" diye bağırmaya çalıştım. Çok kötü bir şeyler olmuştu. Bunlar kabus olmalı diye düşündüm. Babam "Çocuklar deprem oldu korkmayııın" diye bağırdı. Korkuyordum. Mustafa niye babama ve bana cevap vermedi. Annem neden seslenmiyor. Korkuyorum. Babama bir şeyler söylemek istiyorum. Halim yok. Bu gün çok gezdim ondan diyorum. Bu belki kabustur diyorum. Yavaş yavaş hissizlik başlıyor her yerimde. Üşüyorum. Gözlerim kapanıyor. Düşüyorum.
9 Ağustos 2007 Perşembe
Tek maskem yüzümdür
-Lütfen bu saatte kapımı çalmayın kaç kere söyledim.
-Ama servise çıkıyoruz bu saatte. Daha önce sabahları gazete istediğinizi söylemiştiniz.
-Sence o aptal haberler ilgimi çeker mi?
-Hanfendi ben sizi anlamıyorum. Her sabah ya kapınızı çalmadığım için ya da çaldığım için tartışıyoruz. Yönetici sizinle konuşmadı mı? Bıktım artık.
-Yöneticiyi görürsem asıl benim konuşacaklarım var onunla.
-Kimse sizinle konuşmaz bence.
-Ne demek bu?
-Hanfendi siz kafayı üşütmüşsüzünüz.
Her deli gibi deli olduğundan bahsedilmesi canını sıktı ve kapıcının sepetini kafasına geçirip kapıyı küfürler ederek kapadı. Hızla mutfağa yöneldi. Kupanın yarısını nescafe ve şekerle doldurup su dolu çaydanlığı çakmakla yaktığı ocağa koydu. Sonra deli gibi sigara paketini aramaya başladı. Evet her zaman ki gibi ekmeklikte duruyordu. Asla ekmek yemeyen birinin şirin gözüküyor diye ekmek dolabı alması ancak bu şekilde kamufle edilebilirdi. İşlevi yoksa alternatif görev edindir. Bir sigara aldı ve ocaktan yaktı.
Pencereye yöneldi. Cam kenarındaki menekşeleri de en az onun kadar sıkıntılı gibiydi. "Ben sizi moralimi bozun diye mi yetiştiriyorum?" diye bağırıp saksıları camdan aşağı fırlatmaya başladı. Saksılar bitince sigarasını da o sinirle fırlattı.
Sokaktaki çocuklarla göz göze geldi. Yine alaycı gülüşmelerle birbirlerine işaret ediyorlardı penceresini. Çocuklardan nefret ediyordu. Daha önce pek çok kez üzerlerine kaynamış su dökmeye çalışmıştı. Ve hemen her seferinde de şikayet edilmiş ama evin kendi üzerine olması ve karakolda ani ruh değişiklikleri gösterip kasıtlı yapmadığını anlatması yüzünden başı derde girmemişti. Gerçi bir kaç şikayetçi anne tarafından yolunmaya çalışılmıştı ama neyse ki her zaman ince çelik topuklular giyiyordu. Ona göre ayakkabılar bir kadının en güvenilir silahıydı.
Suratsız menekşelerden de kurtulduğuna göre artık biraz kendiyle ilgilenebilirdi. Müzik evet önce müzik. Fonda her sabah ki gibi Edit Piaf "Padam, padam, padam" diye bağırmaya başladı. İtinayla oje kutusundan oje seçmeye koyuldu. Ojelerin hepsi kan kırmızısı rengindeydi. Kimi pastel kimi sedefli ama hepsi aynı renk.Pek çoğunun tonlarını bile ancak kendisi ayırdedebilirdi. Eğer fark varsa elbet. Bir yandan oje sürüyor bir yandan Edit'e eşlik ediyordu "Padam, padam, padam". Bir anda neşelenmişti. Neşelenmemek için hiç bir sebep göremiyordu.
Ojeler kuruduktan sonra yatak odasına geçti. Elbise dolabını karıştırmaya başladı. Bütün elbiseleri yatağının üzerine ve yerlere yerleştirdi. Çok önemli bir buluşmaya gidecekmiş gibi kararsız bir o kadar özenliydi. Sonunda siyah, dar ve topuklarına kadar uzun, derin bacak yırtmaçlı, fileli askıları olan elbisesinde karar kıldı. Fileli çorapları da harika olacaktı. En son kırmızı ipekli şalını omzuna geçrimişti ki evde iğrenç bir koku olduğunu farketti. Bir şeyler yanıyor olmalıydı. "Ah yine mi unuttum çaydanlığı" diyerek mutfağa koştu. Ocağı kapattı. Mutfağın tavanı bu unutmalar yüzünden çoktan yıldızsız bir gökyüzüne benzemişti. Neyse ki perde asmayı da bırakalı epey olmuştu. Zira bir de perde söndürmekle uğraşamazdı. Sonunda hazırladığı kupaya soğuk su ve biraz da süt ekledi. Nasılsa asla içmiyordu. Kahve cildi bozar ve yaşlı gösterirdi.
Aniden hızla telefona yöneldi.
-Alo Turgut Bey yerinde mi?
-Kim arıyor hanımefendi?
-Biliyorsunuz kim olduğumu.
-Müşteriyle yemeğe çıktı.
-Biliyorum yerinde. Birazdan gelip orayı kafasına indireceğimi söyle.
Telefonu kapattı. Tam da sakinleşmişken ne çeşit bir terbiyesizlikti bu. Bir güne de neşeyle başlayamaz mıydı? Hep o kapıcı yüzündendi zaten. "Kapıcıyı öldürmem lazım" diye içinden geçirdi.
Salondaki aynalı vitrinin önündeki kapağı açtı. İçinde minik bir bar vardı. Evet viski belki sinirini biraz olsun yatıştırabilirdi. Nerde benim sigara paketim diye homurdanarak ekmek dolabına doğru yöneldi. Her zamanki gibi kendi kendine söylenmeye başladı. "Turgut bana bunu yapmayacaktın. Böyle büyük bir aşk nasıl biter. Kahrolası orospu Nurten. Ah o kadını ilk gördüğüm gün öldürmeliydim. Beni aşkımdan mahrum etti. Beni bu evde tek başına çürümeye mahkum etti" dedikten sonra kadehi yere fırlattı.
Cam kırıkları halıya saçılmıştı. Sanki dünyanın en güzel mücevherleri gibi ışıldıyorlardı gözlerinin önünde. Dizlerinin üzerine çöktü. Pencereden sızan güneş ışığı ne güzel oyunlar oynuyordu bu gerdanlık, küpeler ve bilezikle. Özellikle şu bilezik. Tam da onun gibi asil bir kadın için yapılmıştı. Bileziği sağ bileğine geçirdi. Kolunu omzuna götürdü. Vitrin aynasında kendine baktı. "Ah evet çok yakıştı. Benim için yapılmış gibi" . "Şimdi biraz uzanıp dinleneyim" diye düşündü. Stres çabuk yaşlandırır insanları diyordu uzmanlar. Koltuğa uzandı.
Bir süre sonra gözlerini belli belirsiz aralamak zorunda kaldı. Zira evde inanılmaz gürültüler vardı. Gözleri o çok sevdiği kahverengi gözlerle buluştu bir anda. "Turgut bak bileziğime" diye fısıldayabildi ancak. Bileğinden akan kanlar çoktan küçük bir göl olmuştu salonda. Sağlık görevlileri ilk müdahelelerini yaparken "Turgut sakın beni terketme, ölürüm yoksa" dedi son söz olarak. Artık salonda küçük kırmızı bir göl, bir de Turgut'un "özür dilerim anne" haykırışları vardı.
11 Haziran 2007 Pazartesi
Orada olduğuma eminim
94 yazı benim için tam bir cennet havasında geçmişti. Her şey hep istediğim gibi yolunda gitmişti. Daha önce hiç olmadığım kadar umarsızdım ve muhteşem mavilikte denizin, çılgın barların tadını sonuna kadar çıkarmıştım.Bu umarsızlık üniversite son sınıfın da gelip geçmiş olması ve eğitim denen işkencenin neredeyse bitmiş olmasından kaynaklanmaktaydı. Neredeyse bitmişti çünkü bir sürü dersten bütünlemeye kalmıştım.
Bütünleme tarihlerinin olduğu listeye ulaşmak bile bir işkence gibiydi. Okula gidecek, tarihleri öğrenecek, eksik notları fotokopiciden toplayacak eve dönecektim. Bu kadar güzel bir tatilden sonra başa gelen en kötü şey bu olsa gerek diye düşünüyordum.
Hava o kadar güzeldi ki önce sultanahmet’te her zaman gittiğim köftecide normalde sevmediğim piyazı bile lüplettim, sonra nargilecide bir süre takıldım. Sigaram, türk kahvem, elmalı nargilemle epey güzel vakit geçirdim . Kapalıçarşı’da gezinip sahaflara dahi uğradım. Hatta bin yıl geçse okumayacağım kitapların önsözlerini, arka kapak yazılarını bir bir inceledim. Ayağım bir türlü aslında gitmem gereken yere gitmek istemiyordu. Oyalanmak için daha ne yapabilirdim bilemiyorum. En son kendimi üniversitenin spor salonunda buldum. Kapısı açıktı belki kafesi de açıktır, iki kahve içer giderim mazeretiyle dalıvermiştim içeri.
Hemen girişteki konferans salonundan epey bir gürültü geliyordu, ama alışılagelmiş mikrofonla bir şeyler anlatma ya da alkışlama sesleri gibi değil de başka türlü sesler. Doğal olarak seslere doğru yöneldim ve evet beklenen sürpriz belirdi. Konferans salonunu kapalı havuz yapmışlardı ve beş altı genç deliler gibi eğleniyordu. Aralarından en güleç olan, uzun boylu, kahverengi dalgalı saçlı, saçlarını tepesine toplayarak şirin gülümsemesini iyice ortaya çıkarmış olan kız bana seslendi. “hey ne duruyorsun orda? Gelsene”. “Mayom yok” dedim. Yani olsa derhal koşarak atlayacağım havuza. Belli ki listeden bir adım daha kaçmak için muhteşem bir fırsat sunulmuş, kaçırmak istemiyorum. Kız tam da böyle söyleyeceğimi tahmin ettiği için olsa gerek taramalı tüfek gibi lafları sıralayıp “soyunma odasındaki mavi adidas çanta benimki, içinde bi sürü mayo var al bi tane” dedi. Açıkçası hiç nazlanmadım. Bir koşuda hedefi buldum, mayolardan birini seçtim ve evet nihayet havuzdaydım.
Kafamda bir sürü soru vardı, bu havuzu hangi ara yaptılar, niye buraya yaptılar, niye bu kadar derin?. Ama yine de tadı damağımda kalan tatilin bir uzatması gibiydi. Ortam neşeliydi. Bana mayosunu veren şirin kız “hangi bölümdensin?” dedi. Ben de “umarım yakında hiçbir bölümden olmayacağım, son sınıftayım, bütünleme tarihlerinin listesini almaya geldim” dedim. Kız “önce finalleri bir açıklasınlar istersen” deyip güldü, diğerleri o kadar gülmedi. Açıkçası o an kızın biraz deli olduğunu ve arkadaşları tarafından idare edildiğini düşünmeye başlayacaktım ama biraz sonra kendimden şüphe edeceğimi bilemezdim tabi.
Epey yorulmuştum, havuzun köşesine gidip kollarımı iki yana açarak kafamı da havuzun köşesine koyarak biraz dinlenmeye çalıştığım sırada sarı kıvırcık saçlı, yeşil gözlü kız yanıma geldi. Ortam çok neşeliydi ama bu kızın gözlerinde garip bir ifade vardı hep. Bana “kızkardeşimi sen de sevdin di mi” dedi. Ben de “evet çok tatlı bir insan” dedim. Tabi aklımda yeni bir senaryo belirdi. Bu kız onun ablası, kız deli. Kızı sosyalleşsin diye okuluna getiriyor, arkadaşlarıyla tanıştırıyor falan filan. Lakin hiç beklemediğim bir şey söyledi. “herkes onu çok severdi”. Konuşma bu noktadan sonra akıl hastanesi bahçesinde geçer gibiydi. “artık sevmiyorlar mı?” dedim. “hayır hala seviyoruz tabi” ama yanındayken farklı, şimdi farklı. “yurtdışına mı gidiyor?” dedim. Artık daha kaç senaryo yazmam gerekiyordu bilemiyorum, bir an önce ne demeye çalıştığını anlamak istiyordum. “hayır o öldü”. Bu sefer isterik bir kahka da ben attım. “Ne yani ben bir ruhun mayosunu mu giyiyorum?”. Hayır seni tanımıyorum, ben ve arkadaşları geçmişe döndük. Onunla güzel bir gün geçirmek istedik. Birden ortaya çıktın, neden buradasın? Artık genetik bir hastalık teşhisi koymak elzem olmuştu. “açıkçası zamanda nasıl geriye döndünüz bunu anlamış değilim, bu bir kamera şakası mı onu da bilemiyorum, ya da takıldığınız şeyden ben de istiyorum mu demeliyim. Üstelik bu sizin geçmişinizse ben şu an gelecekte olmalıyım öyle değil mi?”. Kız bana “aslında zaman diye bir şey yok ama bunlar önemli değil. Biz sadece Arzu’yla biraz daha vakit geçirmek istemiştik. Ama senin de burada olmandan memnunum. Sanırım merak bazen mutlu anların katili oluyor di mi? O yüzden hadi tüm bunları boş verelim” dedi. Ben her şeyi boş vermeye o denli alışıktım ki sadece gülümsedim ve “tamam” dedim. Tabi bir yandan “ya bu manyaklar beni doğrarsa” diye kıllanmadım da değil.
Artık saatler epey ilerlemişti. Kapılar kapanmadan listeme ulaşmam gerekiyordu. İnsanlar da yavaş yavaş duşlarını almış gitmeye hazırlanıyorlardı. Ben de duş alacaktım. Bu sefer havlu dilenmek için yine Arzu’nun yanına yollanmıştım ki soyunma odasının ortasında an itibariyle evde olması gereken kırmızı spor çantamı gördüm. Belki başkasınındır dedim ama açıktı ve içinde havlum, o eşek kadar olan saç fırçam, her zaman kullandığım şampuanım vardı. Tam o sırada Arzu geldi ve ben “bu kimin?” dedim “bilmiyorum” dedi. Ardından da “bak şu dolap açık belki sahibi yeni gelmiştir” . O sırada insanlar vedalaşıp gidiyorlardı. Ben de biraz sonra gideceğimi ve her şey için teşekkür ettiğimi söyledim. O sırada Arzu da odadan çıkmıştı. Merakla kapısı yeni açılmış olan dolaba yöneldim. Ve gözlerime inanamadım. Şu an orda olmaması gereken pek çok özel eşyamla göz göze gelmiştim. Ananemin fotoğrafı, yine onun verdiği üzeri yaldızlı mavi takı kutusu, en sevdiğim küpelerim, battaniyem daha bir sürü eşya, kitap, kaset. O şaşkınlıkla Arzu’ya doğru koştum. Halüsinasyon görmediğimi teyit ettirmek istiyordum. Koridorda, kapının önünde yoktu. Belki havuzdan hevesini hala alamadı bu çocuk kadın deyip havuzun olduğu salona gittim. Arzu havuzun uzak sol köşesinde duvara yaslanmış yerde oturuyordu. Ama o kırmızılıklar kan mıydı anlayamadım. Yanına koştum ve evet daha biraz önce neşe içinde sohbet ettiğim insan kanlar içinde, elleri ve yüzü, vücudu resmen doğranmış bir vaziyette yerdeydi. Belli ki ölmüştü ama ister istemez dürtükledim. İyi misin diye haykırdım ama ses yoktu. Ne yapacağımı şaşırmış bir vaziyette soyunma odasına, dolaba ve çantama yöneldim. Bunu niye yaptığımı bilmiyorum ama zaten soyunma odasında çantamı görmemle gözlerimin kapanması bir oldu.
Gözlerimi açtığımda badanası rutubetten kararmış bir odada buldum kendimi. Solumda fayanslar vardı. Biraz doğrulunca sol tarafımda bir küvetin sağımda ise tıka basa dolu çantamın olduğunu fark ettim. Ayağa kalktığımda inanılmaz derecede çişim gelmişti. Lakin bu banyo görünümlü yerde ne lavabo ne de tuvalet vardı. Küvetin içi leş gibiydi ve kesif bir koku burnumu sızlatıyordu. Küvetteki musluktan su akar mı diye deneme yaptım. Biraz pis bir su aktıktan sonra su temizlendi. Tuvalet olarak küveti kullanmaktan başka bir çarem olmadığını anlamıştım. Tam işim bitmişti ve ben olayları kafamda net olarak hatırlamaya başlamıştım ki içeri iki küçük çocuk girdi. Ellerindeki bir sürü çikolata, şeker, fındık fıstıkla doldurulmuş poşetleri küvetin yanına bıraktılar. Çocuklar gayet Beyaz Türk şımartılmasından muzdarip çocuklar gibi olsa da içinde bulunduğum şartlardan dolayı olsa gerek benim için korkma vesilesiydiler. Neticede bu kadar abur cuburu bir çocuğa hangi sebeple alırlardı. “siz kimsiniz, ne arıyorsunuz burada” dedim. Sanki şirinleri izlermiş gibi bildiğimiz çocuk kahkahalarından attılar. Poşetlerini alıp banyomsu odadan çıktılar. Arkalarında ben de çıktım. Nihayet çantayı filan düşünmüyordum.
Sarı badanalı küçük bir hole çıkmıştım. Sol taraf duvardı. Sağa yöneldim. Gördüğüm kadarıyla kalın perdelerin örtük olduğu ve anca az bir güneş ışığının bu perdeleri geçip içeri girdiği bir salona çıkacaktım. Salona adımımı atmamla inanılmaz bir şaşkınlık daha yaşadım.
İçerde bir sürü insan vardı. Göz kararı en az onbeş. Ancak eskicilerde görebileceğiniz hırpanilikteki tekli ve ikili koltuklarda sessizce oturuyorlardı. Öyle ruhsuzdular ki salona girmiş olmam onlar için hiçbir şey ifade etmemişti. Biri bile dönüp bana bakmadı. Sessizce oradan çıkabileceğimi düşündüm. Şöyle bir göz gezdirdim. Salonun etrafı sarı kalın perdeli pencerelerle kaplıydı. Görünürde kapı yoktu. Çıkış kapısı benim çıkacağım holün hemen solunda olmalıydı. Sessiz adımlara sabrım yoktu. Koşmak için adım attım. Evet kapı hemen karşımdaydı artık. Ama çıkmak ne mümkün. Biri aniden bileğimi yakalayıp kolumu kıvırdı. Leş gibi yarısı ak saçı sakalına karışmış, keskin bakan mavi gözlü adamla burun buruna gelmiştim. Diğer elindeki çakıyı gözüme doğru yaklaştırmıştı. Yine o pis kahkalardan birini tükürükle karışık suratıma postaladı. Benden başka herkes epey eğleniyor gibiydi. Bir anda kolumu bıraktı. Ve daha önce görmediğim, oturduğu koltukta bulunan döner bıçağını kapmak üzere arkasını döndüğü anda birden kapıyı açıp dışarı fırladım. Merdivenler dar ve dönerek iniyordu. Peşimden en az iki kişi daha salondan çıkmıştı. Sokağa adımımı attım ve istiklal caddesinde olduğumu fark ettim. Karşıdaki büfeye doğru koştum. Bu sırada yetiştiler ve iki kişi iki koluma giriverdi. Büfeciye “yardım edin beni öldürmeye çalışıyorlar” dediğim anda sağ koluma bir iğnenin saplandığını hissettim. Kolumdan başlayan uyuşma beynime doğru ilerliyordu. Büfeci önce şaşırdı sonra yanındaki adama kollarımı bırakıp kaçmaya çalışanları işaret edip “sen onları takip et biz karakola gidelim” dedi. Bacaklarımda hal kalmamıştı. Büfeci koluma girdi. Ağır ağır karakola yürümeye başlamıştık. İstersen hastaneye gidelim önce dedi. Ağzımdan zar sor bi “hayır” çıktı. O an koşmak için neler vermezdim. Karakolun girişindeki polisi gördüğümde bir polis görmenin beni bu kadar mutlu edebileceğini hiç tahmin edemeyeceğimi düşündüm. Büfeciyi bırakıp polisin koluna atladım. O an gözlerim kapandı. Bir daha gözlerimin açılmayacağını bilseydim bu kadar sevinir miydim?
94 yazı yeni başlıyordu. Güneş her zamankinden daha parlak gözüküyordu gözüme. Üniversite neredeyse bitmek üzere ve her zamankinden daha özgür olacağım günler çok yakın...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)