19 Nisan 2009 Pazar

Un conte de Noël



Fransızlardan Clementine'dan beri nefret ediyorum. Ne var ki en çok nelerden nefret ediyorsak onlardan kocaman birer parça taşıyoruz içimizde.
Fransızlar sadece komedi çeksin istiyorum çünkü lanet filmleri insanlığı hasta etsin istemiyorum.
Bu gün İstanbul Film festivali maratonunun son gününde, sondan bir önce izlediğim film Catherine Deneuve'lü bir noel hikayesi.
Deneuve'ün olgunluk dönemindeki enteresan aile hikayeleri ile bezeli filmleri hakikaten göz alıcı. Zaten bu kadını izlememek imkansız. Bir de o tavır, o duruş, o mimik, o hareketler bir nedir lan? Orta yaşlı lezbiyen olma yolunda ağır adımlarla ilerlerken pek yardımcı olmuyor bunlar?
Film her zamanki gibi çoğunluğu sıradan ve renksiz olan fransızlardan değil de her an her şeyi yapabilecek, seçimleri konusunda kararsız, hayata karşı yenik ama dik duran fransız manyaklardan bahsediyor.
Yine önceden tahmin edemeyeceğimiz dialoglar, önceden kestiremeyeceğimiz hisler, garip bir akış, hiçbir karakterle özdeşleşemeyeceğimiz ama hepsinde kendimizden bir şeyler bulabileceğimiz hikaye.
Oyuncuların herbirini tek tek gözlerinden öpüyorum. Baktım yine bir şey çekmemişler. Kafa güzel değilken böyle performanslar ortaya çıkarmaları ancak mükemmellikle açıklanabilir.
Bu film 150 dakika arkadaşım. Hafif çatlak değilsen sıkılırsın. Çok çatlaksan yine sıkılırsın. Böyle bir film işte.

21 Mart 2009 Cumartesi

Ölüm

Geceyarısını geçeli dört saat olmuş. Yollar çılgın gibi koşarak şarkı söyleyebilmemiz için bomboş. Her zamanki gibi taksiciye nereye gideceğimi söylemeyi unutmuşum. Taksici yine de gidiyor. Bir anda polis ışıldaklarını görüyoruz ve müzikli maraton bitiyor...yarışmacılardan biri yere düşmüş. Artık o diskalifiye. Sanki kimse doğumuna sevinmemiş gibi. Sanki hiç sevilmemiş, hiç özlenmemiş gibi, uyuyor gibi uzanmış kendi kan gölünün ortasında. O an gittiğinden habersiz gitmesini beklemeyenlerden değilim. Onun gittiğini gören ve anlayamayanlardanım. Taksici "Nereye gidecektiniz?" diye soruyor nihayet. Gittiğimiz yönle alakasız bir yer söylüyorum. "Keşke burdan gitmeseydik" diyor. "Keşke daha önce söyleseydiniz de görmeseydiniz bunu". Görmemem gereken "ölüm".

Ölüm geldiğinde ajandamızı kontrol etmiyor.

Ölüm gittiğinde bize bir şey bırakmıyor. Ne söz hakkı, ne de isyan.

O yüzden yaşamayı da ölmeyi de sıradanlaştırıyoruz. Delirmemek için bunu yaptığımızı kendimize bile söylemiyoruz.

Bazen kulağımıza bir şeyler fsıldanıyor. Raporlu ya da raporsuz deliler olsak da herkesin bir kulak misafiri var bence.

Söylenenleri dinlememizde sakınca yok. Sıkıntı cevap vermeye başladığımız anda başlıyor.

Ben yine de cevap veriyorum. Bu yanlıştı ya da doğruydu diyorum. Yanlışlar ve doğrular tek bir cevap bile etmese de.

Ölüm bazen serinkanlı bir atmaca gibi karşılanıyor, bazen masum bir civciv gibi.

Bazen hoş geliyor, bazen patavatsızca.

Yalnız insanlar daha güzel ölüyor.

Hakkını veriyor ölümün.

Neden öldüğümüzü bu insanlara bakarak anlayabiliyoruz.

O yüzden eğer geceyarısını dört saat geçerken karşıdan karşıya geçemezseniz yalnız olduğunuzdan emin olun. Birileri görmemesi gereken "ölüm"ü gördüğünde her şey için çok geç olabilir.

25 Ocak 2009 Pazar

Mutluluk


Hepitopu kimyasal bir saçmalık. Ama zaten her şey çok fazla kimyasal ve bir o kadar da saçma.
Mutluluk bir şekilde yakalamış olduğun anın bitmesini istememek. En sade hali bu sanırım. Sade ve güzelliği de bundan geliyor.
Benim mutlulukla ilgili tüm anılarımda minimum bir adet güneş ve bir adet ben varım. Sanırım illa bir şeylere tapmam filan gerekse bu güneş olurdu. Bilimselliğe en yakın açıklama da zaten güneşin hayat veren ve hayat alan bir şey olabilmesi. Bunu herhangi bir iradeyle yapıyor olup olmaması çok önemli değil. Zaten iradeyi tanımlamak için nice filozof helak oldu. Hiç gerek yok demek ki.
Tapınma gibi bir şeyi rasyonelize etmek oldukça güç. Pskiyatri ve sosyoloji ilimlerinden yardım almak şart. Yine de güneş güzel. Tapsak da, tapmasak da.
Geçtiğimiz günlerde bir rüya gördüm. Büyüdükten sonra çocukluk aşkım diye tanımladığım kişiyle küçük birer çocuğuz. Apartmanın önündeki asfalt yolun üzerine sırtüstü uzanmış ve elele tutuşmuşuz. Yüzümüzü ısıtan ve gözümüzü kamaştıran güneşe bakıyoruz. O kadar mutluyum ki. Ve sonra bir arabanın yaklaştığına dair bazı sesler duyuyorum. Ona "Şu an yolun üzerinde yatıyoruz farkında mısın?" diye soruyorum. O da "Biliyorum ve bir araba da yaklaşıyor diyor". "Ben hadi kalk diyorum". "O ise boşver gelsin" diyor. Bir süre bekliyorum. Az önce bütün içimi dolduran mutluluk beni terk ediyor. Yerine endişe, korku, şimdi ne olacak kaygısı geliyor. Ayağa fırlıyorum. Onu da çekiştiriyorum. O da çaresiz ve istemez bir biçimde yana yuvarlanıyor. Araba geçip gidiyor. Artık ne mutluluk var ne korku. Sadece birbirinin yüzüne anlamsızca bakan iki büyük insan.
Mutluluk geçip giden bir arabanın arka koltuğuna konup gönderilebilecek kadar masum ve çaresiz bir çocuktur.
Korku ve endişeler hayatınızı kurtarabilir. Ama o küçük çocuğu özlemeyi göze alabilirseniz.