9 Ağustos 2007 Perşembe

Tek maskem yüzümdür







-Lütfen bu saatte kapımı çalmayın kaç kere söyledim.

-Ama servise çıkıyoruz bu saatte. Daha önce sabahları gazete istediğinizi söylemiştiniz.

-Sence o aptal haberler ilgimi çeker mi?

-Hanfendi ben sizi anlamıyorum. Her sabah ya kapınızı çalmadığım için ya da çaldığım için tartışıyoruz. Yönetici sizinle konuşmadı mı? Bıktım artık.

-Yöneticiyi görürsem asıl benim konuşacaklarım var onunla.

-Kimse sizinle konuşmaz bence.

-Ne demek bu?

-Hanfendi siz kafayı üşütmüşsüzünüz.



Her deli gibi deli olduğundan bahsedilmesi canını sıktı ve kapıcının sepetini kafasına geçirip kapıyı küfürler ederek kapadı. Hızla mutfağa yöneldi. Kupanın yarısını nescafe ve şekerle doldurup su dolu çaydanlığı çakmakla yaktığı ocağa koydu. Sonra deli gibi sigara paketini aramaya başladı. Evet her zaman ki gibi ekmeklikte duruyordu. Asla ekmek yemeyen birinin şirin gözüküyor diye ekmek dolabı alması ancak bu şekilde kamufle edilebilirdi. İşlevi yoksa alternatif görev edindir. Bir sigara aldı ve ocaktan yaktı.



Pencereye yöneldi. Cam kenarındaki menekşeleri de en az onun kadar sıkıntılı gibiydi. "Ben sizi moralimi bozun diye mi yetiştiriyorum?" diye bağırıp saksıları camdan aşağı fırlatmaya başladı. Saksılar bitince sigarasını da o sinirle fırlattı.

Sokaktaki çocuklarla göz göze geldi. Yine alaycı gülüşmelerle birbirlerine işaret ediyorlardı penceresini. Çocuklardan nefret ediyordu. Daha önce pek çok kez üzerlerine kaynamış su dökmeye çalışmıştı. Ve hemen her seferinde de şikayet edilmiş ama evin kendi üzerine olması ve karakolda ani ruh değişiklikleri gösterip kasıtlı yapmadığını anlatması yüzünden başı derde girmemişti. Gerçi bir kaç şikayetçi anne tarafından yolunmaya çalışılmıştı ama neyse ki her zaman ince çelik topuklular giyiyordu. Ona göre ayakkabılar bir kadının en güvenilir silahıydı.



Suratsız menekşelerden de kurtulduğuna göre artık biraz kendiyle ilgilenebilirdi. Müzik evet önce müzik. Fonda her sabah ki gibi Edit Piaf "Padam, padam, padam" diye bağırmaya başladı. İtinayla oje kutusundan oje seçmeye koyuldu. Ojelerin hepsi kan kırmızısı rengindeydi. Kimi pastel kimi sedefli ama hepsi aynı renk.Pek çoğunun tonlarını bile ancak kendisi ayırdedebilirdi. Eğer fark varsa elbet. Bir yandan oje sürüyor bir yandan Edit'e eşlik ediyordu "Padam, padam, padam". Bir anda neşelenmişti. Neşelenmemek için hiç bir sebep göremiyordu.



Ojeler kuruduktan sonra yatak odasına geçti. Elbise dolabını karıştırmaya başladı. Bütün elbiseleri yatağının üzerine ve yerlere yerleştirdi. Çok önemli bir buluşmaya gidecekmiş gibi kararsız bir o kadar özenliydi. Sonunda siyah, dar ve topuklarına kadar uzun, derin bacak yırtmaçlı, fileli askıları olan elbisesinde karar kıldı. Fileli çorapları da harika olacaktı. En son kırmızı ipekli şalını omzuna geçrimişti ki evde iğrenç bir koku olduğunu farketti. Bir şeyler yanıyor olmalıydı. "Ah yine mi unuttum çaydanlığı" diyerek mutfağa koştu. Ocağı kapattı. Mutfağın tavanı bu unutmalar yüzünden çoktan yıldızsız bir gökyüzüne benzemişti. Neyse ki perde asmayı da bırakalı epey olmuştu. Zira bir de perde söndürmekle uğraşamazdı. Sonunda hazırladığı kupaya soğuk su ve biraz da süt ekledi. Nasılsa asla içmiyordu. Kahve cildi bozar ve yaşlı gösterirdi.



Aniden hızla telefona yöneldi.



-Alo Turgut Bey yerinde mi?

-Kim arıyor hanımefendi?

-Biliyorsunuz kim olduğumu.

-Müşteriyle yemeğe çıktı.

-Biliyorum yerinde. Birazdan gelip orayı kafasına indireceğimi söyle.



Telefonu kapattı. Tam da sakinleşmişken ne çeşit bir terbiyesizlikti bu. Bir güne de neşeyle başlayamaz mıydı? Hep o kapıcı yüzündendi zaten. "Kapıcıyı öldürmem lazım" diye içinden geçirdi.

Salondaki aynalı vitrinin önündeki kapağı açtı. İçinde minik bir bar vardı. Evet viski belki sinirini biraz olsun yatıştırabilirdi. Nerde benim sigara paketim diye homurdanarak ekmek dolabına doğru yöneldi. Her zamanki gibi kendi kendine söylenmeye başladı. "Turgut bana bunu yapmayacaktın. Böyle büyük bir aşk nasıl biter. Kahrolası orospu Nurten. Ah o kadını ilk gördüğüm gün öldürmeliydim. Beni aşkımdan mahrum etti. Beni bu evde tek başına çürümeye mahkum etti" dedikten sonra kadehi yere fırlattı.

Cam kırıkları halıya saçılmıştı. Sanki dünyanın en güzel mücevherleri gibi ışıldıyorlardı gözlerinin önünde. Dizlerinin üzerine çöktü. Pencereden sızan güneş ışığı ne güzel oyunlar oynuyordu bu gerdanlık, küpeler ve bilezikle. Özellikle şu bilezik. Tam da onun gibi asil bir kadın için yapılmıştı. Bileziği sağ bileğine geçirdi. Kolunu omzuna götürdü. Vitrin aynasında kendine baktı. "Ah evet çok yakıştı. Benim için yapılmış gibi" . "Şimdi biraz uzanıp dinleneyim" diye düşündü. Stres çabuk yaşlandırır insanları diyordu uzmanlar. Koltuğa uzandı.

Bir süre sonra gözlerini belli belirsiz aralamak zorunda kaldı. Zira evde inanılmaz gürültüler vardı. Gözleri o çok sevdiği kahverengi gözlerle buluştu bir anda. "Turgut bak bileziğime" diye fısıldayabildi ancak. Bileğinden akan kanlar çoktan küçük bir göl olmuştu salonda. Sağlık görevlileri ilk müdahelelerini yaparken "Turgut sakın beni terketme, ölürüm yoksa" dedi son söz olarak. Artık salonda küçük kırmızı bir göl, bir de Turgut'un "özür dilerim anne" haykırışları vardı.

2 yorum:

  1. Çok güzel bir hikaye yazmışsın, beynine sağlık! Bir de Picasso şahane uymuş yazıya :o)

    YanıtlaSil
  2. Teşekkür ederim. Picasso da ediyor :)

    YanıtlaSil

Yorumlar spam değilse küfür vs. içerse dahi yayınlanır ama biraz vakit alır :)