17 Ağustos 2007 Cuma

Düşlerken düşmek



Sürekli aynı istasyonda, aynı saatlerde trene binen insanlar her sabah aynı sıraya oturan ilkokul öğrencisi gibi hep aynı yerlerde dikilirler. Ben genelde ayakta durmayı sevmeyen biri olduğumdan önce bir oturacak yer ararım ki bu gereksiz bir umuttur çünkü banklar hep kapılmış olur. O yüzden genelde dikildiğim yer olan istasyona çıkan merdivenin sağına doğru yönelirim. Eğer başkası orda duruyorsa "benim sırama oturmuşsun" bakışımı fırlatır yine oraya yakınlarda bir yerlerde dururum.

Aslında o gün o kadar erken bir saatte gitmeme gerek olmadığı halde üniversiteye gidiş saatime yakın istasyona geldim. Okula gitmekten nefret etmem koca bir gerçekti. Tatilde olmamız harikaydı. Sabahın köründe kalk, adapazarı ekspresine yetiş, şehir değiştir geç İstanbul'a, in Haydarpaşa'ya ama tam da o sırada işte masmavi deniz karşında. Hava güzelse vapura, olmadı sis mi var, tamam o zaman bin motora. Yolculuğumun oflamadan ve içimden söylenmeden etmeden geçirdiğim tek kısmı buydu. Tabi eminönüne yanaştığımızda teselli biter işkence devam ederdi. Bu küçük teselli için bedel ödemeye o denli hazırmışım ki arkadaşlarımla öğleye doğru buluşacağım halde koşarak istasyona gelmiştim. Son günlerde canım iyiden iyiye sıkkın. belki değişiklik, belki uzaklaşmak, belki vapur dertlerime derman olmasa da yoldaşlık edebilir bana.

Tren istasyona yanaştı ve her zamanki gibi kır kıvırcık saçlı, genelde aynı şeyleri giyen adam sanki trene onu almayacaklarmışçasına insanları ite kaka vagona bindi. Bir sabah sıkıntıdan ona buna sarıp gereksiz konuşmalarıyla herkesi delirten adamla konuşmasını duymuştum. Avcılarda çalışıyormuş. Yol parası, yemek vermiyorlarmış. "Karın tokluğuna bile değil ama adres belli olsun diye çalışıyorum mecbur. Ailemin yüzüne bakabilmek için" demişti kır saçlı atik adam. Trene böyle azimle binmesi daha da şaşırtıcı oluyordu bu blgiyle. Aniden "Ben de hep aynı şeyleri mi giyiyorum?" diye düşündüm. Zira babamın da bu adamdan pek farkı yoktu.

Evet nihayet ben de içerdeydim. Elimde arkadaşlarıma götürdüğüm bir ton ders notuyla. Derslerimin hepsi harikaydı ama arkadaşlarımın pek öyle değildi ve bütünlemelere çalışıyorlardı. Aslında bu küçük gezintinin sırrı da çalışkan öğrenci kontenjanından sosyalleşmekti. Neticede her söylediği büyük dikkatle dinlenen, neşeli, güzel ya da özel biri değildim. Üstelik hep aynı şeyleri giyiyordum. Bunu da bu gün farkettim.

"En azından pencere kenarında dikiliyim" mantığına sahip sürüyle birlikte itişip kakışmalarımız neticesinde nihayet soluk alabileceğim bir pencere kenarı bulabilmiştim. Bu arada tren çoktan yol almaya başlamıştı. Eğer kardeşim walkmanimi evde basket antremanı yapma sevdasıyla kırmış olmasaydı şu an müzik dinleyebilirdim. Hadi aileni seçemiyorsun bari şu çocuğun doğumunu engelleseydim ya. Ne bileyim annemle babam tam niyeti bozmuşken "ben uyuyamıyorum" diye onları rahatsız edip onlarla uyumak istediğimi söyleyebilirdim. Babam kovalamaya kalkar anneciğim yine dayanamaz alırdı beni koynuna. Mustafa diye haylaz bir çocuk doğamaz, canımı da sıkamazdı böylelikle.

Tren yolculuklarında içinden istasyon saymak, hesap kitap yapıp kaç istasyon kaldığını bulmak, sıklıkla saate bakmak gelenektir. Ekspres olsa da bindiğiniz tren bostancı durağına gelmeden yokuşta fazla yolcudan dolayı zorlanıp, kendini salıp, bir önceki istasyona geri dönebilir. Adam eksilsin diye sizi orda uzun süre bekletebilirler. Bunlar hep olan şeyler bu gün de olan bu. Buna sinirlenmemliyim. Nasılsa yetişeceğim bir ders veya sınav yok. Bu gün macera günü.

Nihayet yola çıkmaya karar verdiler. Ben inmeyeceğim diye direnenlerdendim. İstedikleri kadar bekletebilirler. İşe gitmesi gerekenler koşarak minibüslere yöneldi. Kıvırcık saçlı amca da. O adamı anlamak mümkün değil zaten. Madem hakkını vermiyorlar geç kal bir kere ne olacak. Minibüslere koşanların kaçı o amca gibi acaba. Öf bu yeşil pantolonu niye giydim ki ben. Çok çirkin.

Tren geleneklerinden en önemlisi de hayal kurmaktır. Ben hep yaparım. Etrafımdakiler de yapıyorlar. Zaman zaman yüzlerindeki anlamsız gülümsemeler ondan. Ben de kendimi yakalıyorum böyle gülümserken bazen. Özellikle Burak'la ilgili hayaller kurarken. Burak'la kantinde karşılaşıyoruz. Kantindeki sırada hemen arkamda duruyor. Ben çay alırken paranın üstünü almayı unutuyorum ve hızla bir masaya yöneliyorum. O peşimden geliyor. "Paranızın üstünü unuttunuz" deyip parayı uzatıyor. "Teşekkür ederim" diyorum. Kantinde oturacak başka masa kalmadığı için onu bulduğum masaya davet ediyorum. O da kabul ediyor. Masada otururken laf lafı açıyor. Beni sinemaya davet ediyor. O günden sonra hep görüşüyoruz. Bana aşık oluyor. Ah ne kadar isterdim. Evet yine o gülümseme belirdi yüzümde. Oysa Burak Ayşen diye bir kızın varolduğundan bile haberdar değil. Belki okul açıldığında bu cırtlak yeşil pantolonla önünde gezinmeliyim.

Nihayet Haydarpaşa istasyonuna vardık. Hava çok güzel. Vapur da yolcularını boşaltıyor. Birazdan vapurun yanında bir yer bulma koşturmacası başlayacak.

Vapurda en sevdiğim şey sigara içmek. Aslında normalde ağzıma koymadığım bu şeyi ki aslında yine de beceremiyorum ama nasıl oluyorsa vapurda içmeyi çok seviyorum. Heralde vapurda büyük keyifle sigara içen insanları izleyip özenmekle başladı. Şimdi düzgün görünümlü bir insandan bir sigara rica etmem gerekecek. Eee herkes sigara içer her iki yanımdakilerde de tık yok. Bir süre bekledim. Tam eyvah diyecekken sağımdaki yaşlı adamın gömlek cebindeki paketi farkettim. Ama içmiyor. Benim gibi utangaç insanlar için ne büyük bir sıkıntı tanımadığın insandan sigara istemek. Üstelik adam içmiyor, resmen röntgenlediğimi düşünecek. Biraz fazla gözümü dikmiş olmalıyım ki adam "Bir şey mi vardı?" deyiverdi. Kıpkırmızı suratla "Sigaranız var mı?" diyebildim ama demedim aslında, resmen viyakladım. Adam paketi çıkardı ve uzattı. "Ama son sigaranız alamam" dedim. Adam "Tiryakinin son sigarası alınmaz ama sen al. Umarım senin de son sigaran olur. Daha çok gençsin. Biz yaptık bi hata sen yapma evladım." dedi. Teşekkür ettim. "Sadece vapurda içiyorum" desem mi diye düşündüm ama sonra vazgeçip manzarayı izlemeye koyuldum.

Eminönüne vardığımızda ne sigara keyfi, ne manzara, ne de hayaller kalmıştı geriye. Saat 12'de Taksimde arkadaşlarla buluşacağımız için daha çok vaktim vardı. Acaba Eminönün'den taksime yürüsem mi diye düşündüm. Hem bir otobüs bileti parası cebimde kalacaktı. Maalesef bu fikir mantıklı geldi ve Taksime vardığımda yorgun, susuz, mutsuz bir insandım.

Etrafı dolaştım. İstiklalde yürüdüm bir aşağı bir yukarı. Burada her tipten insan vardı. En çok bunu seviyordum. Belki cıvık cıvık insan kaynıyor ama o kadar değişikler ki. Birbirinden farklı bir sürü insan. Onlara bakıp şimdi nasıl biri olduğumu ilerde nasıl biri olacağımı filan düşünüyordum. Ne bileyim şu bayan mesela. Takım elbisesi çok güzel. Belki güzel bir işim olacak. Ben de takımlarımı giyicem. Saçlarımı röfle yaptırıp küt kestiricem. Of büyümek istiyorum. Burak'la birlikte ama.

Biraz mağazalara biraz kitapçılara bakındım. Param olsaydı şu aptal pantolonu atıp yenisini alabilirdim. Nihayet buluşma saatimiz yaklaştı. Yavaş yavaş her zaman gittiğimiz pasajın içindeki bahçeli kafeye doğru yöneldim.

Kızlardan hiçbiri daha gelmemişti. Saatlerdir boş boş oyalanıyordum ve hepsi birden geç kalmıştı. Gölgelik bir yerde oturmuş geçtiğim derslerin notlarını karıştırırken "Ayşeeen" sesiyle irkildim. Ah kızlar hep beraber gelmişlerdi. "merhabaa. a siz buluşup mu geldiniz?" diye sordum. En hoppidi arkadaşım Nazlı "eee sana en uygun hediyeyi almak için organize olduk bira. Kusura bakma ondan geç kaldık". "Ne hediyesi?" dedim. "Unuttuk mu sandın? Bu gün 16 Ağustos iyi ki doğdun canım". "Ben bile unutmuştum, aa bi de hediye mi aldınız?". Aslında doğumgünüm aklımdaydı ama böyle bir şey yapacaklarını tahmin etmediğimden ağzımda öyle çıkıvermişti. "İnanmıyorum ne güzel bir pantolon bu". Bana pantolon almışlardı. Bu gün inanılmaz şanslıyım diye düşündüm. Gülriz "İstersen hemen dene olmadı geri götürürüz" dedi. Koşarak tuvalete gittim. Üzerime tam oturdu pantolon ve nihayet yeşil pantolondan kurtuldum.

Çok keyifli bir gün geçirdik. Sosyalleşebilmemin tek sebebinin inekliğim olmadığına ikna bile oldum. Nazlı "Biraz daha kal gezeriz, akşam bizde kalırsın" dedi ama bizim evde kurallar pek öyle işlemiyordu ve herkes bunu biliyordu. Arkadaşlarıma veda ettim. Direk otobüs durağına yöneldim.

Dönüş yolu gidiş kadar keyifli değildi. Eğer zorunluluktan dolayı gitmemişseniz hiçbir zaman değildir.Üstelik ayaklarım iyice şiş. "Keşke bir de ayakkabı alsalardı" diye şımardım kendi kendime.

Eve vardığımda annem sofrayı çoktan kurmuştu. "Ah be kızım bi de babandan geç gelseydin eve" diye kısa bir kalaylama operasyonundan sonra beni kendi halime bıraktı. Kardeşimle birlikte kaldığımız odaya yöneldim. Kardeşim walkman vukuatı yüzünden cezalıydı ve onunla konuşmuyordum. Kapıyı da çalmadan içeri daldım. İçeri girmemle basket topunu kafama fırlatması bir oldu. "Kapı da çalınmıyor artık heralde oh prensese bak sen" diye bağrındı. Aslında o topu onun kafasında paralardım ama babamın "Aaayşeen al kızım şu paketleri elimden" diye seslenmesi olası bir aile faciasını engelledi.

Akşam yemeğinden sonra geçirdiğim günün tüm yorgunluğunu iyiden iyiye hissetmeye başladım. Biraz karpuz biraz televizyon derken herkese "iyi geceler" deyip yatağıma uzandım.

Yerin altından gelen inanılmaz bir gürültü ve yatağımın yerinden zıplaması ile uyandım. Bir anda sanki yeryüzü gökyüzüne fırlamış, gökyüzü tepemize düşmüştü.

Ne olduğunu anlayamadan ağzım burnum tozla dolmuştu. Vücudumu kıpırdatamadığım gibi kafamı da sağa sola çeviremiyordum. "Mustafaa" diye kısık bir sesle seslendim. Ses yoktu. Mustafa değil ama birileri çığlık atıyordu. Bağırıyordu. Ne dedikleri anlaşılamıyordu. Ama Mustafa ranzanın alt kısmında yatıyor olmalıydı. Ranzanın alt kısmı neredeydi? Mustafa neredeydi?

Boğuk seslerden birinin babam olduğunu anladım "Çocuklaar iyi misiniz?" diye sesleniyordu. "Babaaa" diye bağırmaya çalıştım. Çok kötü bir şeyler olmuştu. Bunlar kabus olmalı diye düşündüm. Babam "Çocuklar deprem oldu korkmayııın" diye bağırdı. Korkuyordum. Mustafa niye babama ve bana cevap vermedi. Annem neden seslenmiyor. Korkuyorum. Babama bir şeyler söylemek istiyorum. Halim yok. Bu gün çok gezdim ondan diyorum. Bu belki kabustur diyorum. Yavaş yavaş hissizlik başlıyor her yerimde. Üşüyorum. Gözlerim kapanıyor. Düşüyorum.

3 yorum:

  1. Bacım, nasıl yazıyorsun bu hikayeleri? Değirmenin suyu nereden geliyor? O kaynaktan biz de yararlanmak istiyoruz! :-p [Cem Yılmaz mode on]

    Şaka bir yana, resim/fotoğraf seçimlerin de çok başarılı... Bize öğret, göstert abulaaa...

    YanıtlaSil
  2. kesilebilecek en doğru yerde bırakmışsın.devamı gelse roman bile çıkardı mazallah:)

    YanıtlaSil
  3. güzel bi yazı, kimbilir kimler için neler ifade ediyor o gece ne yazıkki.. .

    YanıtlaSil

Yorumlar spam değilse küfür vs. içerse dahi yayınlanır ama biraz vakit alır :)