28 Ağustos 2007 Salı

Gülünün solduğu akşam



Yaz bakalım tarih. 28 Ağustos 2007. Abdullah Gül artık köşkünün gülü. Çünkü 22 Temmuz 2007'de oy kullananların %46,6'sı akp dedi (demiş). Çünkü artık cumhurbaşkanlığında, başbakanlıkta, meclis başkanlığında ve mecliste %46,6 hisse sahibi bu kimseler. Bu hisseleri de vekaleten Tayyip bey yönetecek. Kalan %53,4 ve oy kullanmayanlar, oy verecek niteliklere haiz olmayanlar azınlıkmış. Onların yönetimde söz hakkının olması abesmiş. Çünkü biz demokrasi ne bilmiyormuşuz. Meğer bu demokrasiyi en güzel imam hatipler öğretiyormuş. Cahil kalmışız netekim.

Yaz bakalım tarih. Şeriat için demokrasiyi kullananlara tek çare demokrasi için faşizmi kullananlarmış. Çünkü meydan kaypaklarla faşistlere kalmış. İnsanlar binlerce yıllık uykularından aslında hiç uyanmamış.

Tarih sana diyorum yazsana. Bak yine vukuat var. Dünya kocaman savaşlara hazırlanıyor özenle. Makyajını yaptılar, elbisesini giydirdiler. Parfümü sıkıldı. Taksi gelip alacak birazdan. Çünkü yine paylaşamadılar, yine var olma savaşlarında kirlendikçe kirlendiler. Yine birbirini öldürecekler din ve toprak adına. Tanrı diye birini işaret edecekler, gururdan ve onurdan bahsedicekler umarsızca. Elleri kirli, yüzleri maskeli, suçlayacaklar birbirlerini. Emin ol çok az insan tiksinecek. Dünyanın en vahşi hayvanı olmaktan utacanak bir kez daha.

Tarih söylüyorum yazmıyorsun. Hep başkalarını dinliyorsun. Yoksa sen de mi sıkıldın? Hep aynı hikaye dön dolaş. Doğru doğru haklısın. Ama hiç bir şey değişmeyecekse, bu kadar şey neden yazıldı? Bu kadar insan niye öldü? Beri yandan insanlar hala bu kadar bencil, bu kadar aptal ve bu kadar vahşiyken, neden bir şeyler değişsin ki?

26 Ağustos 2007 Pazar

illüzyon



Bazen görmek istediğimiz gibi görüyoruz hayatı, bazen göstermek istedikleri gibi gösteriyorlar hayatı. Aslında hepimiz biraz illüzyonist, biraz seyirciyiz.
Kanmaya ve kandırılmaya bu kadar meraklı başka bir hayvan cinsi de yok bilindiği üzre. Sanırım canımız çok sıkılıyor.

Edward Norton'un yer aldığı The Illusionist filmi bu sıkıntınıza derman olacak flmlerden gibi.

Filmin en önemli özelliklerinden biri bana kalırsa dönem filmi olmasının tüm zorluklarını gayet güzel aşmış ve gayet estetik görüntüler yakalamış olması. Ayrıca Romantizm, akıl, hayal gücü, azim mevzularından güzel de bir hikaye yakalanmış. Aslında zannedersem orjinali kısa bir hikaye olan film biraz gereğinden fazla uzatılmış ve seyirciye gereksiz yere binlerce açıklama yapılmış olsa da ben şahsen gerçekten keyifle izledim. Bu kadar yetenekli oyuncu zaten kolay kolay bir araya gelmiyor, otur izle, uzatsalar ne olacak?

Pek çok yetenekli oyuncunun bir araya geldiği yine illüzyon mevzusunun etrafında hikayesi şekillenmiş olan bir başka güzel film de The Prestige.



Bu filmde yine bir dönem filmi. Ama şüphesiz The Illusionist'e göre süprizi daha bol bir film.

Filmin en önemli özelliği bana göre illüzyonun sanatla olduğu kadar bilimle de ne denli akraba olduğunu çok güzel vurgulamış olması. Elbet filmde belli bir noktadan sonra olaylar popüler bilim efsanelerine doğru akıverdi ama olsun.

Şimdi müsadenizle sizle biraz spoilerlı konuşacağım. Filmin belli bir noktasında hikayeye Nikola Tesla'nın girmesi açıkçası beni şaşırttı şaşırtmasına da filmden sonra daha bir şaşırdım. Ben film izlemeden önce ne bir eleştri okurum ne de oyuncularına bakarım. Yani filmi alakasız bir insan zırt diye anlatmamışsa veya ana haber bülteninde aniden gözüme sokmazlarsa çok bilgi sahibi olmadan izlerim. E nasıl seçiyorsun izleyeceğin filmi derseniz tamamen iç güdü, tesadüf, zevkimin uyuştuğunu bildiğim insanlardan övgü almış olması, ha bir de bazı yönetmenler efenim. Ne çekse izlemeli diye düşündüklerim. Ancak filmi izleyip beğendiysem araştırırım. Kim kimmiş, kimler ne demiş, neymiş bunun olayı. Oyuncularla filmi izlemeyi tercih etmem arasında hiçbir bağ yok görüldüğü üzre. Vekhasıl Film boyunca "anam bu Tesla'yı oynayan adam ne karizma, herife bak Lee Van Cleef gibi adam be" filan dedim durdum. Zira adam çıka çıka kendisini normalde hiç de öyle bulmadığım sadece bazı şarkılarını sevdiğim bir kimse çıktı. Bakınız sinemanın da bir çeşit illüzyon olduğunu buradan kavramış oldum. Evet durduk yere David Bowie'ye aşık ettiriyorlar insanı.

Ne çeşit bir dünyada yaşıyor olduğumuzu ve kimlerle dans ediyor olduğumuza dikkat etmemizi salık veren bu iki filmi de izlemeli diye düşünüyorum. Her iki film de duygulara ve akla güzel göndermeler yapmış.

İki farklı illüzyon gösterisi her ikisi de. Hangisini daha çok beğendin derseniz ben illüzyon gösterilerini sevmem aslında. Ama sinemayı seviyorum. Her ikisini de biraz dikkatli izlerseniz gösteriyi çözebilirsiniz, gözlerinizi bağlamalarına izin vermeyin yeter ki. Ama muhtemelen bir kaç noktada takılacaksınız. Bilhassa ikincisini yani The Prestige'i biraz daha dikkatli izlemeniz gerekecek. Yönetmeni biraz daha nasıl derler, mavra bir adam.

http://www.imdb.com/title/tt0443543/

http://www.imdb.com/title/tt0482571/

22 Ağustos 2007 Çarşamba

Anne



Frederick Hart-Mother and Child

Pizzayı hiç sevmediği halde sırf çocuğunun canı sıkkın diye, o pizzayı çok seviyor diye, üstelik evde de yemek varken "hadi gel pizza söyleyelim" diyen. Bir de çatal bıçakla yemese pizzayı tam süper olacak.

20 Ağustos 2007 Pazartesi

Pişmanlık



Giorgio de Chirico - Il rimorso di Oreste

Bazen bir insanla sadece aynı havayı solumuş olmaktan dahi pişman olur insan. Rezillikler, türlü kirli ve hain şeylerin ortasında kalmanın tiksintisi anı olarak yapışıp gelir peşinizden.

Yaptığınız tercihler sadece safça diye düşebilirsiniz bu insandan insan kapanlarına. "Bir insanı yapacağı şeylerle değil yaptıklarıyla değerlendirebilirim" diye kendini kandırırken aslında hiç de tahammül edemediğini çok sonra fark edeceğin yeniden karşılaşmaların da ışığında başına gelmedik kalmayınca anlarsın bir nebze neler olduğunu.

O kadar çok insandan tiksiniyorum ki. Aslında toptan gelişi ucuza diye mi ne topyekün herkesten tiksiniyorum diyebilirim.

Zayıflıkları. En tiksindiğim. Zaten her şeyin temeli de burdan kaynaklanıyor.

Tüm hastalıklı fiilleri ve sözleri.

Tiksiniyorum ve artık onlar adına bahaneler de üretmiyorum kendimce. Zira kendimden esirgediğim hoşgörünün milyonda birini haketmedikleri açıkça ortada.

Küfür dağarcığıma her gün yeni bir şeyler katıyorlar.

Artık epey bir küfür eder oldum, zira küfür etmekten başka çarem yok şimdilik.

Bu söylediklerimi hayatıma gelmiş, hayatımdan geçmiş, geçecek kişiler ve benle hayat boyu alakası olmayacak kişiler üstlerine alınabilir.

Evet hepinizden iğreniyorum. Hiç kusura bakmayın. Midem kalkıyor her yalan söylediğinizde, bütün yalanlarınıza kılıf diktiğinizde. Aklınız sıra yutturduğunuzu sanıp zafer kutlamaları yaptığınızda.

Küçük ve sapkın eğlence anlayışınız uğruna birbirlerinizin hayallerini, umutlarını piç ettiğinizi gördüğümde.

Hayata çok değer verirmiş gibi yapıp gözünüzü kırpmadan cana kıydığınızda veya hayata hiç kıymet vermediğinizi söyleyip canınızı teslim etmeye razı olmadığınızda.

İnanılmaz derecede tiksiniyorum birine ya da bir şeye olan sevginizden bahsettiğinizde. Çünkü görüyorum ki sevgi ne haberiniz yok. Hele o aşk şiirleriniz, romanlarınız, filmleriniz. Kimlerden bahsediyorsunuz? Bu siz değilsiniz.

Ve pişmanım. Her şeyden önce böyle bir dünyaya gelmiş olmaktan. Bu insanları uzuuuunca bir süre adamsamış olmaktan. Uzuuun süre umut edip kendime işkence yapmış olmaktan. Bu kadar yorulup en sonunda o çok tiksindiğim insanlara dönüşmüş olmaktan.

Pişmanım. "Hata sende" dediklerinde hep dönüp kendime bakıp eziyet etmekten. Kusurlarımı kimse hoşgörmezken herkesi hoşgörmekten. Kimseyi hoşgörmemeye başladığımda ise hoşgörülmekten. Umursamamak ve umursanmamayı bir türlü aynı zaman diliminde yakalayamamaktan.

Ve farkındayım artık kimseyi sevmiyorum. En kötüsü de sadece kendimi seviyorum. Yani artık ben de herkes gibiyim. Oysa herkesi çok özel sanıyordum. Bu hayal biterse hepsi biter. Hepsi bitti.

19 Ağustos 2007 Pazar

Ateşiniz var mı?



Yann Tiersen-Le Train



Önce resim vardı. Gördüklerini not aldılar mağara duvarlarına. Sonra yazıyı bulup kayıtlara geçirdiler sözleri. Siyah beyaz fotoğraflardan sıra geldi dijital kameralara. Kulaktan kulağa oynamakla olacak gibi değildi.

Bu kadar önemli miydi? Söylenenler, yaşananlar.

Daha fazla şey biliyoruz şimdi.

Bir sürü notlar bırakılmış.

Notları okuyoruz. Resimlere bakıyoruz. Bazılarımız en azından.

Bir sürü şey biliyoruz.

Bir sürü şey değişti bu sayede.

Önemli ya da önemsiz.

Notları okuyanlar değişti, şekillendi.

Ama bu notları kimler aldı?

Kimlerin notlarını dikkate almalıyız?

Bana sorarsanız bu iş hiç yürümedi.

Bu dünya hiç olmadı.

Sanırım her şeyi yakıp baştan başlamalıyız.

Her acı çeken romantik gibi önce fotoğraflar sonra mektuplar.

17 Ağustos 2007 Cuma

Düşlerken düşmek



Sürekli aynı istasyonda, aynı saatlerde trene binen insanlar her sabah aynı sıraya oturan ilkokul öğrencisi gibi hep aynı yerlerde dikilirler. Ben genelde ayakta durmayı sevmeyen biri olduğumdan önce bir oturacak yer ararım ki bu gereksiz bir umuttur çünkü banklar hep kapılmış olur. O yüzden genelde dikildiğim yer olan istasyona çıkan merdivenin sağına doğru yönelirim. Eğer başkası orda duruyorsa "benim sırama oturmuşsun" bakışımı fırlatır yine oraya yakınlarda bir yerlerde dururum.

Aslında o gün o kadar erken bir saatte gitmeme gerek olmadığı halde üniversiteye gidiş saatime yakın istasyona geldim. Okula gitmekten nefret etmem koca bir gerçekti. Tatilde olmamız harikaydı. Sabahın köründe kalk, adapazarı ekspresine yetiş, şehir değiştir geç İstanbul'a, in Haydarpaşa'ya ama tam da o sırada işte masmavi deniz karşında. Hava güzelse vapura, olmadı sis mi var, tamam o zaman bin motora. Yolculuğumun oflamadan ve içimden söylenmeden etmeden geçirdiğim tek kısmı buydu. Tabi eminönüne yanaştığımızda teselli biter işkence devam ederdi. Bu küçük teselli için bedel ödemeye o denli hazırmışım ki arkadaşlarımla öğleye doğru buluşacağım halde koşarak istasyona gelmiştim. Son günlerde canım iyiden iyiye sıkkın. belki değişiklik, belki uzaklaşmak, belki vapur dertlerime derman olmasa da yoldaşlık edebilir bana.

Tren istasyona yanaştı ve her zamanki gibi kır kıvırcık saçlı, genelde aynı şeyleri giyen adam sanki trene onu almayacaklarmışçasına insanları ite kaka vagona bindi. Bir sabah sıkıntıdan ona buna sarıp gereksiz konuşmalarıyla herkesi delirten adamla konuşmasını duymuştum. Avcılarda çalışıyormuş. Yol parası, yemek vermiyorlarmış. "Karın tokluğuna bile değil ama adres belli olsun diye çalışıyorum mecbur. Ailemin yüzüne bakabilmek için" demişti kır saçlı atik adam. Trene böyle azimle binmesi daha da şaşırtıcı oluyordu bu blgiyle. Aniden "Ben de hep aynı şeyleri mi giyiyorum?" diye düşündüm. Zira babamın da bu adamdan pek farkı yoktu.

Evet nihayet ben de içerdeydim. Elimde arkadaşlarıma götürdüğüm bir ton ders notuyla. Derslerimin hepsi harikaydı ama arkadaşlarımın pek öyle değildi ve bütünlemelere çalışıyorlardı. Aslında bu küçük gezintinin sırrı da çalışkan öğrenci kontenjanından sosyalleşmekti. Neticede her söylediği büyük dikkatle dinlenen, neşeli, güzel ya da özel biri değildim. Üstelik hep aynı şeyleri giyiyordum. Bunu da bu gün farkettim.

"En azından pencere kenarında dikiliyim" mantığına sahip sürüyle birlikte itişip kakışmalarımız neticesinde nihayet soluk alabileceğim bir pencere kenarı bulabilmiştim. Bu arada tren çoktan yol almaya başlamıştı. Eğer kardeşim walkmanimi evde basket antremanı yapma sevdasıyla kırmış olmasaydı şu an müzik dinleyebilirdim. Hadi aileni seçemiyorsun bari şu çocuğun doğumunu engelleseydim ya. Ne bileyim annemle babam tam niyeti bozmuşken "ben uyuyamıyorum" diye onları rahatsız edip onlarla uyumak istediğimi söyleyebilirdim. Babam kovalamaya kalkar anneciğim yine dayanamaz alırdı beni koynuna. Mustafa diye haylaz bir çocuk doğamaz, canımı da sıkamazdı böylelikle.

Tren yolculuklarında içinden istasyon saymak, hesap kitap yapıp kaç istasyon kaldığını bulmak, sıklıkla saate bakmak gelenektir. Ekspres olsa da bindiğiniz tren bostancı durağına gelmeden yokuşta fazla yolcudan dolayı zorlanıp, kendini salıp, bir önceki istasyona geri dönebilir. Adam eksilsin diye sizi orda uzun süre bekletebilirler. Bunlar hep olan şeyler bu gün de olan bu. Buna sinirlenmemliyim. Nasılsa yetişeceğim bir ders veya sınav yok. Bu gün macera günü.

Nihayet yola çıkmaya karar verdiler. Ben inmeyeceğim diye direnenlerdendim. İstedikleri kadar bekletebilirler. İşe gitmesi gerekenler koşarak minibüslere yöneldi. Kıvırcık saçlı amca da. O adamı anlamak mümkün değil zaten. Madem hakkını vermiyorlar geç kal bir kere ne olacak. Minibüslere koşanların kaçı o amca gibi acaba. Öf bu yeşil pantolonu niye giydim ki ben. Çok çirkin.

Tren geleneklerinden en önemlisi de hayal kurmaktır. Ben hep yaparım. Etrafımdakiler de yapıyorlar. Zaman zaman yüzlerindeki anlamsız gülümsemeler ondan. Ben de kendimi yakalıyorum böyle gülümserken bazen. Özellikle Burak'la ilgili hayaller kurarken. Burak'la kantinde karşılaşıyoruz. Kantindeki sırada hemen arkamda duruyor. Ben çay alırken paranın üstünü almayı unutuyorum ve hızla bir masaya yöneliyorum. O peşimden geliyor. "Paranızın üstünü unuttunuz" deyip parayı uzatıyor. "Teşekkür ederim" diyorum. Kantinde oturacak başka masa kalmadığı için onu bulduğum masaya davet ediyorum. O da kabul ediyor. Masada otururken laf lafı açıyor. Beni sinemaya davet ediyor. O günden sonra hep görüşüyoruz. Bana aşık oluyor. Ah ne kadar isterdim. Evet yine o gülümseme belirdi yüzümde. Oysa Burak Ayşen diye bir kızın varolduğundan bile haberdar değil. Belki okul açıldığında bu cırtlak yeşil pantolonla önünde gezinmeliyim.

Nihayet Haydarpaşa istasyonuna vardık. Hava çok güzel. Vapur da yolcularını boşaltıyor. Birazdan vapurun yanında bir yer bulma koşturmacası başlayacak.

Vapurda en sevdiğim şey sigara içmek. Aslında normalde ağzıma koymadığım bu şeyi ki aslında yine de beceremiyorum ama nasıl oluyorsa vapurda içmeyi çok seviyorum. Heralde vapurda büyük keyifle sigara içen insanları izleyip özenmekle başladı. Şimdi düzgün görünümlü bir insandan bir sigara rica etmem gerekecek. Eee herkes sigara içer her iki yanımdakilerde de tık yok. Bir süre bekledim. Tam eyvah diyecekken sağımdaki yaşlı adamın gömlek cebindeki paketi farkettim. Ama içmiyor. Benim gibi utangaç insanlar için ne büyük bir sıkıntı tanımadığın insandan sigara istemek. Üstelik adam içmiyor, resmen röntgenlediğimi düşünecek. Biraz fazla gözümü dikmiş olmalıyım ki adam "Bir şey mi vardı?" deyiverdi. Kıpkırmızı suratla "Sigaranız var mı?" diyebildim ama demedim aslında, resmen viyakladım. Adam paketi çıkardı ve uzattı. "Ama son sigaranız alamam" dedim. Adam "Tiryakinin son sigarası alınmaz ama sen al. Umarım senin de son sigaran olur. Daha çok gençsin. Biz yaptık bi hata sen yapma evladım." dedi. Teşekkür ettim. "Sadece vapurda içiyorum" desem mi diye düşündüm ama sonra vazgeçip manzarayı izlemeye koyuldum.

Eminönüne vardığımızda ne sigara keyfi, ne manzara, ne de hayaller kalmıştı geriye. Saat 12'de Taksimde arkadaşlarla buluşacağımız için daha çok vaktim vardı. Acaba Eminönün'den taksime yürüsem mi diye düşündüm. Hem bir otobüs bileti parası cebimde kalacaktı. Maalesef bu fikir mantıklı geldi ve Taksime vardığımda yorgun, susuz, mutsuz bir insandım.

Etrafı dolaştım. İstiklalde yürüdüm bir aşağı bir yukarı. Burada her tipten insan vardı. En çok bunu seviyordum. Belki cıvık cıvık insan kaynıyor ama o kadar değişikler ki. Birbirinden farklı bir sürü insan. Onlara bakıp şimdi nasıl biri olduğumu ilerde nasıl biri olacağımı filan düşünüyordum. Ne bileyim şu bayan mesela. Takım elbisesi çok güzel. Belki güzel bir işim olacak. Ben de takımlarımı giyicem. Saçlarımı röfle yaptırıp küt kestiricem. Of büyümek istiyorum. Burak'la birlikte ama.

Biraz mağazalara biraz kitapçılara bakındım. Param olsaydı şu aptal pantolonu atıp yenisini alabilirdim. Nihayet buluşma saatimiz yaklaştı. Yavaş yavaş her zaman gittiğimiz pasajın içindeki bahçeli kafeye doğru yöneldim.

Kızlardan hiçbiri daha gelmemişti. Saatlerdir boş boş oyalanıyordum ve hepsi birden geç kalmıştı. Gölgelik bir yerde oturmuş geçtiğim derslerin notlarını karıştırırken "Ayşeeen" sesiyle irkildim. Ah kızlar hep beraber gelmişlerdi. "merhabaa. a siz buluşup mu geldiniz?" diye sordum. En hoppidi arkadaşım Nazlı "eee sana en uygun hediyeyi almak için organize olduk bira. Kusura bakma ondan geç kaldık". "Ne hediyesi?" dedim. "Unuttuk mu sandın? Bu gün 16 Ağustos iyi ki doğdun canım". "Ben bile unutmuştum, aa bi de hediye mi aldınız?". Aslında doğumgünüm aklımdaydı ama böyle bir şey yapacaklarını tahmin etmediğimden ağzımda öyle çıkıvermişti. "İnanmıyorum ne güzel bir pantolon bu". Bana pantolon almışlardı. Bu gün inanılmaz şanslıyım diye düşündüm. Gülriz "İstersen hemen dene olmadı geri götürürüz" dedi. Koşarak tuvalete gittim. Üzerime tam oturdu pantolon ve nihayet yeşil pantolondan kurtuldum.

Çok keyifli bir gün geçirdik. Sosyalleşebilmemin tek sebebinin inekliğim olmadığına ikna bile oldum. Nazlı "Biraz daha kal gezeriz, akşam bizde kalırsın" dedi ama bizim evde kurallar pek öyle işlemiyordu ve herkes bunu biliyordu. Arkadaşlarıma veda ettim. Direk otobüs durağına yöneldim.

Dönüş yolu gidiş kadar keyifli değildi. Eğer zorunluluktan dolayı gitmemişseniz hiçbir zaman değildir.Üstelik ayaklarım iyice şiş. "Keşke bir de ayakkabı alsalardı" diye şımardım kendi kendime.

Eve vardığımda annem sofrayı çoktan kurmuştu. "Ah be kızım bi de babandan geç gelseydin eve" diye kısa bir kalaylama operasyonundan sonra beni kendi halime bıraktı. Kardeşimle birlikte kaldığımız odaya yöneldim. Kardeşim walkman vukuatı yüzünden cezalıydı ve onunla konuşmuyordum. Kapıyı da çalmadan içeri daldım. İçeri girmemle basket topunu kafama fırlatması bir oldu. "Kapı da çalınmıyor artık heralde oh prensese bak sen" diye bağrındı. Aslında o topu onun kafasında paralardım ama babamın "Aaayşeen al kızım şu paketleri elimden" diye seslenmesi olası bir aile faciasını engelledi.

Akşam yemeğinden sonra geçirdiğim günün tüm yorgunluğunu iyiden iyiye hissetmeye başladım. Biraz karpuz biraz televizyon derken herkese "iyi geceler" deyip yatağıma uzandım.

Yerin altından gelen inanılmaz bir gürültü ve yatağımın yerinden zıplaması ile uyandım. Bir anda sanki yeryüzü gökyüzüne fırlamış, gökyüzü tepemize düşmüştü.

Ne olduğunu anlayamadan ağzım burnum tozla dolmuştu. Vücudumu kıpırdatamadığım gibi kafamı da sağa sola çeviremiyordum. "Mustafaa" diye kısık bir sesle seslendim. Ses yoktu. Mustafa değil ama birileri çığlık atıyordu. Bağırıyordu. Ne dedikleri anlaşılamıyordu. Ama Mustafa ranzanın alt kısmında yatıyor olmalıydı. Ranzanın alt kısmı neredeydi? Mustafa neredeydi?

Boğuk seslerden birinin babam olduğunu anladım "Çocuklaar iyi misiniz?" diye sesleniyordu. "Babaaa" diye bağırmaya çalıştım. Çok kötü bir şeyler olmuştu. Bunlar kabus olmalı diye düşündüm. Babam "Çocuklar deprem oldu korkmayııın" diye bağırdı. Korkuyordum. Mustafa niye babama ve bana cevap vermedi. Annem neden seslenmiyor. Korkuyorum. Babama bir şeyler söylemek istiyorum. Halim yok. Bu gün çok gezdim ondan diyorum. Bu belki kabustur diyorum. Yavaş yavaş hissizlik başlıyor her yerimde. Üşüyorum. Gözlerim kapanıyor. Düşüyorum.

voolaaaaree



Domenico Modugno. Uçmaktan bahsediyor. Uçmak ve şarkı söylemek. O gece o salonda olmak lazımmış. Yani ben eğer bir şey kaçırdıysam şu dünyada şöyle bir şeyi kaçırmışım misal. Ve kaçan balık da gerçekten büyük gibi duruyor. Vooolaaaareee hohooo cantaaaree ohohohooo...

9 Ağustos 2007 Perşembe

Tek maskem yüzümdür







-Lütfen bu saatte kapımı çalmayın kaç kere söyledim.

-Ama servise çıkıyoruz bu saatte. Daha önce sabahları gazete istediğinizi söylemiştiniz.

-Sence o aptal haberler ilgimi çeker mi?

-Hanfendi ben sizi anlamıyorum. Her sabah ya kapınızı çalmadığım için ya da çaldığım için tartışıyoruz. Yönetici sizinle konuşmadı mı? Bıktım artık.

-Yöneticiyi görürsem asıl benim konuşacaklarım var onunla.

-Kimse sizinle konuşmaz bence.

-Ne demek bu?

-Hanfendi siz kafayı üşütmüşsüzünüz.



Her deli gibi deli olduğundan bahsedilmesi canını sıktı ve kapıcının sepetini kafasına geçirip kapıyı küfürler ederek kapadı. Hızla mutfağa yöneldi. Kupanın yarısını nescafe ve şekerle doldurup su dolu çaydanlığı çakmakla yaktığı ocağa koydu. Sonra deli gibi sigara paketini aramaya başladı. Evet her zaman ki gibi ekmeklikte duruyordu. Asla ekmek yemeyen birinin şirin gözüküyor diye ekmek dolabı alması ancak bu şekilde kamufle edilebilirdi. İşlevi yoksa alternatif görev edindir. Bir sigara aldı ve ocaktan yaktı.



Pencereye yöneldi. Cam kenarındaki menekşeleri de en az onun kadar sıkıntılı gibiydi. "Ben sizi moralimi bozun diye mi yetiştiriyorum?" diye bağırıp saksıları camdan aşağı fırlatmaya başladı. Saksılar bitince sigarasını da o sinirle fırlattı.

Sokaktaki çocuklarla göz göze geldi. Yine alaycı gülüşmelerle birbirlerine işaret ediyorlardı penceresini. Çocuklardan nefret ediyordu. Daha önce pek çok kez üzerlerine kaynamış su dökmeye çalışmıştı. Ve hemen her seferinde de şikayet edilmiş ama evin kendi üzerine olması ve karakolda ani ruh değişiklikleri gösterip kasıtlı yapmadığını anlatması yüzünden başı derde girmemişti. Gerçi bir kaç şikayetçi anne tarafından yolunmaya çalışılmıştı ama neyse ki her zaman ince çelik topuklular giyiyordu. Ona göre ayakkabılar bir kadının en güvenilir silahıydı.



Suratsız menekşelerden de kurtulduğuna göre artık biraz kendiyle ilgilenebilirdi. Müzik evet önce müzik. Fonda her sabah ki gibi Edit Piaf "Padam, padam, padam" diye bağırmaya başladı. İtinayla oje kutusundan oje seçmeye koyuldu. Ojelerin hepsi kan kırmızısı rengindeydi. Kimi pastel kimi sedefli ama hepsi aynı renk.Pek çoğunun tonlarını bile ancak kendisi ayırdedebilirdi. Eğer fark varsa elbet. Bir yandan oje sürüyor bir yandan Edit'e eşlik ediyordu "Padam, padam, padam". Bir anda neşelenmişti. Neşelenmemek için hiç bir sebep göremiyordu.



Ojeler kuruduktan sonra yatak odasına geçti. Elbise dolabını karıştırmaya başladı. Bütün elbiseleri yatağının üzerine ve yerlere yerleştirdi. Çok önemli bir buluşmaya gidecekmiş gibi kararsız bir o kadar özenliydi. Sonunda siyah, dar ve topuklarına kadar uzun, derin bacak yırtmaçlı, fileli askıları olan elbisesinde karar kıldı. Fileli çorapları da harika olacaktı. En son kırmızı ipekli şalını omzuna geçrimişti ki evde iğrenç bir koku olduğunu farketti. Bir şeyler yanıyor olmalıydı. "Ah yine mi unuttum çaydanlığı" diyerek mutfağa koştu. Ocağı kapattı. Mutfağın tavanı bu unutmalar yüzünden çoktan yıldızsız bir gökyüzüne benzemişti. Neyse ki perde asmayı da bırakalı epey olmuştu. Zira bir de perde söndürmekle uğraşamazdı. Sonunda hazırladığı kupaya soğuk su ve biraz da süt ekledi. Nasılsa asla içmiyordu. Kahve cildi bozar ve yaşlı gösterirdi.



Aniden hızla telefona yöneldi.



-Alo Turgut Bey yerinde mi?

-Kim arıyor hanımefendi?

-Biliyorsunuz kim olduğumu.

-Müşteriyle yemeğe çıktı.

-Biliyorum yerinde. Birazdan gelip orayı kafasına indireceğimi söyle.



Telefonu kapattı. Tam da sakinleşmişken ne çeşit bir terbiyesizlikti bu. Bir güne de neşeyle başlayamaz mıydı? Hep o kapıcı yüzündendi zaten. "Kapıcıyı öldürmem lazım" diye içinden geçirdi.

Salondaki aynalı vitrinin önündeki kapağı açtı. İçinde minik bir bar vardı. Evet viski belki sinirini biraz olsun yatıştırabilirdi. Nerde benim sigara paketim diye homurdanarak ekmek dolabına doğru yöneldi. Her zamanki gibi kendi kendine söylenmeye başladı. "Turgut bana bunu yapmayacaktın. Böyle büyük bir aşk nasıl biter. Kahrolası orospu Nurten. Ah o kadını ilk gördüğüm gün öldürmeliydim. Beni aşkımdan mahrum etti. Beni bu evde tek başına çürümeye mahkum etti" dedikten sonra kadehi yere fırlattı.

Cam kırıkları halıya saçılmıştı. Sanki dünyanın en güzel mücevherleri gibi ışıldıyorlardı gözlerinin önünde. Dizlerinin üzerine çöktü. Pencereden sızan güneş ışığı ne güzel oyunlar oynuyordu bu gerdanlık, küpeler ve bilezikle. Özellikle şu bilezik. Tam da onun gibi asil bir kadın için yapılmıştı. Bileziği sağ bileğine geçirdi. Kolunu omzuna götürdü. Vitrin aynasında kendine baktı. "Ah evet çok yakıştı. Benim için yapılmış gibi" . "Şimdi biraz uzanıp dinleneyim" diye düşündü. Stres çabuk yaşlandırır insanları diyordu uzmanlar. Koltuğa uzandı.

Bir süre sonra gözlerini belli belirsiz aralamak zorunda kaldı. Zira evde inanılmaz gürültüler vardı. Gözleri o çok sevdiği kahverengi gözlerle buluştu bir anda. "Turgut bak bileziğime" diye fısıldayabildi ancak. Bileğinden akan kanlar çoktan küçük bir göl olmuştu salonda. Sağlık görevlileri ilk müdahelelerini yaparken "Turgut sakın beni terketme, ölürüm yoksa" dedi son söz olarak. Artık salonda küçük kırmızı bir göl, bir de Turgut'un "özür dilerim anne" haykırışları vardı.

7 Ağustos 2007 Salı

Alice doesn't live here anymore




Sene 1974. Martin Scorsese, Ellen Burstyn ile işbirliği yapıp harika bir film çekmiş. Yani bana öyle geldi. Kime nasıl gelir bilemem.

Her şeyden önce film 74 yılında çekilmiş gibi değil. Dİğer Scorsese filmleri gibi yılını göstermiyor. Adam ne yapmış etmiş. Nasıl bir teknik, bakış açısı yakalamış anlamıyorum.

Ellen Burstyn her zaman ki gibi "oyuncuyum" diyen zilyon kişiye işini bıraktıracak kadar mükemmel bir performans sergiliyor.

Filmin diyalogları süper ötesi ki "ben sevmem diyalog, atraksiyon lazım bana" diyenlere göre bir film değil diyeyim. Çünkü atraksiyonu bol bir film değil. Hikaye son derece sade. Ama oyunculuklar ve diyaloglar zaman kavramınızı yitirtecek kadar akıcı bir hayat dilimi ikram ediyor size.

Ben ki amerikanın bush'unun memleketindekiler gibi kasabaların hikayelerinden ve insanlarından, onların müziklerinden hiç hazetmem, ilk defa kendilerini gayet sempatik buldum ve de izlemeye doyamadım.

Çocuk oyuncular konusunda da çığır açan bir yapıt olmuş. Zira bu filmden 2 yıl sonra bu çocuklardan biri amerikanın gündemine lönk diye oturan vukuatlara sebebiyet vermiş. Evet Jodie Foster da filmde ve ama o nasıl oyunculuk, o nasıl tipleme. Bu kadın insan mı? messenger mı? hiç anlayamadım gitti.

Evet Alice Hyatt isimli sıradışı sıradan kadının hayatında neler olmuş merak ediyorsanız şöyle bir izleyin derim. Bu bir kadın filmi yalnız. Onu da diyeyim.

http://www.imdb.com/title/tt0071115/

1 Ağustos 2007 Çarşamba

Gel Gel Ne Olursan Ol Yine de Gel



"Gel gel, ne olursan ol yine de gel". Böyle de bi laf üretilmiş vakt-i zamanında. Pek bir makbul kabul edilir. Bana gelmeyin kardeşim! Ben sevmem öyle her çeşit insanı. Döverim.

Geçmişe dönüp bakınca pek bir şey göremeyenlerden misiniz bilemem ama ben öyleyim. Her şey bir anda olup bitmiş gibi. Ne üdüğü belirsiz insanlar canınızı sıksa da o sıkıntı zamanı uzatamamış. Yani öyleymiş gibi hissettirememiş. Sanki çok mutluymuşsunuz gibi bir anda yitip gitmiş zaman. Einstein yanılmış. En azından benim dünyamda işlememiş teorisi. O benim dünyaaaam. Ehm neyse.

Zamanın geçtiğini ne o punk 80'lerin modasından, ne yıllıklardan, ne fotoğraf albümümden anlayamıyorum. Hatta ayna bile bir şey söylemiyor bana bu konuda. Ben zaten suratıma da pek dikkatli bakmıyorum sanırım. Alnımın geniş olduğunu farketmem lisede otoportre çizdirmelerine denk gelir. "Bu kim?" diye fotoğrafımı gösterseler "tanımıyorum" diyebilirim. Belki de benden kaynaklanıyor yani.

Sadece müzik biraz kıllandırıyor beni. Bir şarkı dinliyorum ve uzun süredir dinlemediğimi farkediyorum. Uzun süredir yemek yemediğini farkedip akşam olduğunu anlamak gibi. Evet müzik ruhun gıdasıymış. Bu laf olmuş. Diğerleri olmamış.

Her ne olursa olsun geleni kabul etmek belki de hoyratça savuruyor insanı o yana bu yana gibime geliyor. Yani biz de yaptık gelenek-görenek, kalp temizliği, vicdan rahatlığı, sempati-empati kirliliği adına bu hataları. Ne oldu? Hiiiç. Mesele de bu zaten.

Sonra dönüp bakınca geriye, tıpkı trafik kazasının şokunu atlatamayan ve sorulduğunda "bilmiyorum, küt diye bir ses duydum sonrasını hatırlamıyorum" dersin. Evet kıçına şaplak attılar. Sonrası flu.

İşte o yüzden her kim olursa olsun gelmesinler hayatınıza ki size de gelenler gelmesin. Filtre kesin çözüm. Belki korkaklık, belki müşkülpesentlik, belki arızalık bir durum bu. Olsun. Yeter ki içerdeki hava temiz kalsın. Susuzluk pek çok şey, nefes almak her şeydir.

"hush little baby, don't say a word
and never mind that noise you heard
it's just the beasts under your bed
in your closet, in your head"